Evvelki hafta “Müslümanları Birlik mi Kurtaracak?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Maksadım, günümüz Müslümanlarının en büyük meselesinin dinen ve siyaseten “birleşmek” olduğu yönündeki yaygın kanaati biraz sorgulamaktı. O bahsi biraz açarak devam edeyim.
Müslüman zihinler, mâlum, son iki yüzyıldır Müslüman dünya için çare aramaktadırlar. Bunun en büyük sebebi de, bu dünyanın kendi içindeki problemlerden çok, onun Batı karşısındaki “geri kalmışlığı”dır.
Peki ama Batı’nın sırrı nedir? Bazıları, bence yanlış bir cevap vererek, “kültür” demiştir. Kemalizm bu cevabın otoriter halidir; Batılı kültürü Doğulu bir topluma dayatma gayretidir. Mesela Batılılar fötr şapka giyiyor, Mozart dinliyor veya vals mi yapıyor: siz de aynısını yapacaksınız, hatta topluma zorla yaptıracaksınız ki, “asrî” olasınız.
Bu cevabın yanlış olduğunun nice işareti vardır, ama herhalde en çarpıcı olanı “Batı dışı modernite” örnekleridir. En barizi Japonya’dır. Japonlar, dinlerini, kültürlerini, alfabelerini değiştirmeye kalkmadan modernleşmişlerdir. Bir “Meiji Restorasyonu” dönemi vardır, Kemalize benzer bazı unsurlar içerir, ama Japonlar asıl “bilim, teknoloji ve ekonomi” üzerine yoğunlaştıkları için başarılı olmuşlardır.
Öyle ki bugün kendinize araba, cep telefonu veya televizyon gibi modern bir alet almak isteseniz, Japon mallarını, Avrupa veya Amerikan mallarına pekâlâ tercih edebilirsiniz.
Ama hiç Pakistan, Mısır veya Suudi malı bir alet satın aldınız mı hayatınızda?
Yani “gavur malı” değil de “Müslüman malı” bir alet?
Bilgi açığı
Bu soruya çoğumuzun vereceği “hayır” cevabı, Müslüman dünyanın temel probleminin de özeti aslında: Bilimde, teknolojide ve ekonomide çok geri kalmış olmak. Çok az üretmek, bilhassa da yüksek teknoloji gerektiren alanlarda hiç bir şey üretememek.
Bu üretim açığının altında ise “bilgi açığı” yatıyor. Yani Amerikalılar, Almanlar veya Japonlar çok üretiyorlar, çünkü çok “bilgi”ye sahipler. Dünyanın en büyük kütüphaneleri, en ileri laboratuvarları onlarda. Ve dünyanın en iyi bilim adamları, mühendisleri, sosyal bilimcileri, türlü türlü uzmanları...
Bunların pratik bilgisine “know how” deniyor. Yani, “nasıl yapacağını bilmek.”
Peki biz Müslümanlar bu “know how açığı”mızı nasıl kapatacağız?
Bence asıl meselemiz bu.
‘Know who’
Kuşkusuz Türkiye bir umut veriyor bu meselede. Çünkü, petrol gibi doğal zenginlikleri bir kenara bırakırsak, Müslüman dünyadaki en üretken ülke biziz. Ama biz bile orta seviyedeyiz. Bir ABD, bir Japonya gibi “öncü” değiliz yani. Adamların sıfırdan icad ettikleri aletleri (tv, buzdolabı, vs.) yeniden üretiyoruz daha ziyade.
Bu orta seviyeyi aşmak içinse kanımca bir “zihniyet değişikliği” gerekiyor. “Bilgi”yi daha değerli kılacak bir zihniyet değişikliği...
Çünkü, açıkçası, yaygın zihniyetimizde, “bilgi”den ziyade “yakınlık” ağır basabiliyor. Örneğin üniversiteye akademisyen alan bir yönetici, “bu arkadaşın şu kadar vasfı, bu kadar yayını var” diye değil de, “bu arkadaş hemşerimizdir” veya “bizim cemaattendir, bizim cenahtandır” diye düşünebiliyor. (Bunun “çağdaştır, Atatürkçüdür” gibi versiyonları da var.)
Akademisyen Gökhan Bacık, geçen Twitter’da iyi özetlemişti bu problemi: “Türkiye’de ‘know-how’dan ziyade ‘know-who’ önemli” diyordu. Yani “neyi biliyorsun”dan ziyade “kimi tanıyorsun”un mühim olması.
Böyle bir zeminde de ortalamadan fazla bir şey bilmeye, üretmeye ve “icat çıkarmaya” gerek olmuyor.
Bu ataerkil “dayanışmacılık” kültürünü aşmalı ve yerine adil bir rekabet kültürü geliştirmeliyiz ki, “bilgi”, en değerli vasıf olsun ve sürekli gelişebilsin.