Merkezi İstanbul -Çemberlitaş'ta bulunan Birlik Vakfı'nın haftalık Cumartesi konferans ve sohbet toplantılarının, yaz tatili öncesindeki son programına davet edilince konu olarak, 'İslam Birliği' veya 'Müslüman Devletleri'nin bir 'konfederasyon' halinde bir araya gelmesinin zarurîliği' üzerinde sohbet etmeyi seçtim.
Ama konunun, 'Müslümanların Birliği' veya Müslüman Devletleri'nin Birliği' şeklinde de ele alınabilirdi elbette..
Önce şu konuyu tekrarlayalım. 14 asırlık tarihimizde, irili- ufaklı iç ihtilaflar, çatlamalar, acılar olduysa da, her sosyal bünyede görülen bu gibi durumların bizi ümitsizliğe sevk etmemesi gerekiyordu ve bugün de öyle...
Biz İslam Milleti olarak, tarih boyunca bu konuda büyük bâdireler atlattık.
14 asrı bulan bu dönemi şöyle, kuşbakışı, sathî olarak gözden geçirirsek karşımıza çıkan tablo, Hulefâ'y-i Râşidîn döneminin ilk yarısından sonra derin iç sarsıntılarla karşılaşmaya başladığımızı gösterir.
Şöyle ki, Hz. Peygamber (S)'in irtihalinin, ebedî hayata geçmesinin ardından, 'Şûrâ' yöntemiyle tesis olunan ve 30 yıl kadar süren 'Hulefâ'y-ı Râşidîn' dönemi, Hz. Ali'nin de kendisinden önceki Halifeler Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın öldürülmeleri / şehadetleri gibi katledilmesi ve şehadeti ile kapanmış; Benî Umeyye (Emevîler) saltanatı, Hılâfet'i de temsil ettiği iddiasıyla başlamış ve 90 yıl kadar sonra o saltanatın ömrü de çetin isyan ve mücadelelerle sona erdirilmişti.
Abbasî Hılâfeti de Bağdat'ta 508 yıl sürmüştü. Ama onun da çok güçlü ve sahih olarak kabullenilebilecek çok parlak uygulamaları fazla değildir.
Gerçi, her ne kadar Müslüman coğrafyalarında ortaya çıkan güç odakları, mahallî sultanlıklar oluşturmuşlarsa da, her birisi 'vâcib-ur'riaye..' (şer'an itaat edilmeleri gerekli) olduklarına dair teyidi, Bağdat'taki Halife/Sultan'ın göndereceği 'menşur' ve 'hil'at' ile belgeleniyor ve böylece o mahallî beyler, melikler, sultanlar, Halife/ Sultan'ın teyidiyle 'meşruiyyet' kazanıyorlardı. Ama o dönem de gitti ve Moğol İstilası her şeyi mahvetti.. Moğolların sadece Bağdat'ta katlettiği insan sayısının 750 bin civarında olduğu belirtilir tarihlerde..
O dönemi anlamak için herhalde tarihçi Kudbeddin Nehrevânî'nin, Moğol İstilâsı öncesindeki Bağdat'ı anlatırken çizdiği son derece ibret verici tabloyu da -özet olarak- göz önüne getirmekte de fayda vardır: 'Bağdat halkı, Dicle kenarında, koyu gölgeler altında, yumuşak minderler üzerinde, sabahtan akşamlara ve akşamdan sabahlara kadar yerler- içerler, eğlenirlerdi..'
Bağdat'taki Abbasî saltanat ve Hılâfeti son bulunca, bu kez de Fâtımîler devreye girdi. İktidarlarını Tunus'ta oluşturduktan sonra merkezlerini Kahire'ye taşıyan ve Fas, Cezayir, Libya, Malta, Sicilya, Sardinya, Korsika, Tunus, Mısır, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Suriye'de hâkimiyet sağlayan, İslam'ın Şiâ yorumunun 7. İmam /İsmailîye mezhebine bağlı Fâtımîler'in (909-1171 yılları arasında) 250 yıl kadar süren saltanat ve Hılâfeti de Eyyubîler eliyle sona erdirilmiş, Hılâfet ondan sonra da Mısır'daki Memlûkler tarafından üstlenilmiş, onlar da Sultan 1. Selim'in Mısır Seferi'yle tarih sahnesinden silinmiş ve Halife sıfatını taşıyan Mütevekkilde, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi'nden dönüşünde İstanbul'a getirilmiş ve böylece, Hılâfet'in Osmanlı Sultanları'na geçtiği nazarî olarak kabul edilmiştir.
Ama bu sıfat'ın ve Hılâfet kurumunun şer'î gücünden daha çok Sultan 2. Abdulhamîd zamanında istifade edilmeye ağırlık verilmiş ve bu durum Müslüman coğrafyalarında etkili de olmuştur.
Ve amma, 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Meclisi, Hılâfet' kurumunu fiilen kaldırmış, tepkileri azaltmak için ise, 'Hılâfet'in, Meclis'in manevî şahsiyetinde mündemiç olduğu / (onun manevî şahsiyetiyle bütünleştiği) gibi kelime oyunlarına başvurulmuştur. Hâlbuki Hılâfet kurumunun bazılarınca tartışıldığı 1922'lerde, 'Hılâfet konusunun bütün Müslümanların yetkisinde olduğu ve Türkiye Meclisi'nin yetkili olmadığı'na dair görüş belirten de M. Kemal idi.
Hılâfet'in fiilen kaldırılması emperyalist dünyayı hoşnud etmişti tabiatiyle.. Çünkü onlara karşı bütün Müslümanları birlikte harekete yöneltebilecek fetvâ sahibi bir kurum artık yok edilmişti..
Hılâfet'in fiilen kaldırılması karşısında, Hind Müslümanlarının büyük mütefekkir isimlerinden Muhammed İkbal bile konuyu önce, 'Hılafet yetkisinin bir 'Şûrâ'ya devri' şeklinde anlayıp bu uygulamayı kabule şâyan bulmuş ve amma, kelime oyunlarıyla sadece kendisinin değil, dünya Müslümanlarının da kandırıldığını anlayıp, bu entrikayı çevirenleri 'Heyhat, bir zamanlar bizim zannettiğimiz kimseler, meğer (...) ' diye ağır şekilde eleştirmişti..
Artık, dünya Müslümanları olarak, 'Hılâfet' ve de Müslümanları itaat mecburiyetinin olduğu bir güç odağımız kalmamıştı.
Bugün de, dünya Müslümanları 8 milyarlık dünya nüfusu içinde 2 milyara yakın, 4'te 1'lik dev bir kalabalık oluşturuyorlar; evet, dev bir kalabalık.. Başsız bir gövde.. Bu büyük kitlelerin bir daha bir araya gelememesi için, Osmanlı'dan sonra yığınla 'ulus devlet'lerin ve hattâ kabile ve aşiret devletçiklerinin ortaya çıkarılması, Müslümanların kendi irade ve isteklerinin sonucu değildi. Ve bugün, İslam İşbirliği Teşkilatı'nda 55 kadar devlet var.. Ama dünya siyasetinin şekillenmesinde bu teşkilatın hiç bir gücü yok.. Ve üye devletlerin hemen her birisi de, diğerleriyle menfaat veya güç çatışmalarının etkisiyle, dünya Müslümanlığının büyük potansiyel gününü iç sürtüşmelerde tüketiyorlar. Hâlbuki Müslüman halklar ise, dünya çapında ve hemen her yerde, İslam ve Müslümanlar aleyhindeki her olumsuzluk karşısında, 'Yahu, Müslümanlar niye birlik olamıyoruz?' diye hayıflanıyorlar.. Yani halkların kalbî mânâda birliği hâlâ da var, ama bu kalbî birliği siyasî birliğe dönüştürmekten söz edince, Müslümanların içinde olan ama emperyalistlerin himayesinde kukla olarak yaşamayı tercih eden kadrolar hemen ayağa fırlıyorlar, hışımla..
Bu duruma karşı birkaç örnek hatırlayalım:
1963 yılında, Pakistan'ın Devlet Başkanı Mareşal M. Eyyûb Khan, 'Pakistan, İran ve Türkiye'nin, uluslararası hukukî şahsiyet ve varlıklarını sürdürerek bir Konfederasyon olmalarını' teklif etmiş ve böylece (ki, bugünkü Bangladeş de o zaman Doğu Pakistan idi) Bengal Körfezi'nden Balkanlar'a kadar uzanan bir coğrafi şerit üzerinde o zaman ki nüfusları itibariyle 200 milyona yakın muazzam bir kitlenin dünya sahnesinde bir güç olacağı'nı belirtmişti. Ama Türkiye'de Başbakan İsmet İnönü, 'Bu proje, bizim Batılılaşan siyasetimize aykırıdır..' diye hiç itibar etmemişti. Ve İsmet İnönü o sıralarda, 'Avrupa Ekonomik Topluluğu' diye anılan ve ileride Avrupa Birliği idealini gerçekleştireceği hedeflenen çalışmalar içinde, Türkiye'nin de yerini alması için Ankara Antlaşması'na imza atıyor ve 'Burada attığımız imza, bizim 200 yıllık Garblılaşma/ Batılılaşma rüyâmızı gerçekleştirecek siyasetlerimizin ifadesidir ' diyordu.
Ve ufukta Avrupa Birliği'nin şekillenmekte olduğundan söz ediliyordu. 'Tek para birimi, tek savunma ve dış siyaset, birlik içinde vizesiz seyahat... vs.
1968'lerde bizim için hayal idi bu, ama 2000'lere varmadan gerçekleşti..
Ve amma, oldu ve 2000'li yılların başında Euro isimli tek para sistemine geçildi ve devletler kendi varlıklarını iç siyasetlerinde koruyorlar, ama dış siyasette, savunmada, birlikte hareket ediyorlar.
Bütün bunları niye hatırlatıyorsunuz?
'Müslüman dünya' böyle bir birliği niye düşünemiyor?
Merhûm Erbakan'ın 'D-8'ler Projesi', böyle bir düşüncenin eseriydi.. Ama iktidarına 11 ay dayanabilen mâlum güçler, onu hemen 28 Şubat 1997'deki askerî darbe ile indirdiler.
Bugünkü dünyada B. Amerika, Rusya ve Çin, dünya çapında fiilen imparatorluklar halindeler..
Müslüman ülkelerin tek-tek yapabilecekleri sınırlı.. Ama dünya çapında Müslüman halkların kalbinde birlik arzusu hâlâ da bütün canlılığıyla varken, 'ortak para birimi, ortak pasaport, ortak savunma, ortak dış politika' gibi konularda birliğini kurmuş bir 'Müslüman Devletleri Konfederasyonu'nun kurulması, niye mümkün olmasın?
Bu bir fantezi değil, bir tercih değil, bir mecburiyet ve hattâ varlığımızı sürdürebilmemiz için bir mahkûmiyet..
Bu imkânsız değildir, zor, çetin bir meseledir, ama kolaylıklara yönelmek, taa baştan bizi başarısızlığa yönlendirir.