(Dün kaldığımız yerden devam edelim):
Sıffîn Savaşı'nda Hz. Ali'nin ordusunun galip geleceği anlaşılınca Amr bin Âs, 'hakeme başvurulması' formülünü ortaya atar. Yaşlı bir zat olan Ebû Mus'â el'Eş'arî, Hz. Ali'nin temsilcisi olarak belirlenir; Amr bin Âs da Muaviye'nin temsilcisi.. İki tarafdan on binlerce asker, Sıffîn Çölü'nde sıcakta beklerken, 2 gün sonra iki hakem, -yetkileri olmadığı halde- temsilcileri oldukları iki tarafı da azletmek noktasında anlaşırlar güya ve 'Ebu Mûsâ, fikrini kumandanlar grubuna, 'Ali'yi Hılâfet'ten azlettim..' diye açıklar.
Görüşünü açıklamak sırası kendisine gelen Amr bin Âs ise, 'Ben de Muaviye'yi Hılâfet makamına getirdim.' der.
Yani dehşetli bir entrika..
Hz. Ali'nin eski askerleri olan ve Haricîler denilen grup, 'İşte haklılığımız ortaya çıktı.. Ali de kâfir oldu, Muaviye de..' diyerek kılıca sarılırlar.
Ve Hz. Ali de, Haricîler'in üzerine yürür ve 'Nehrevan Cengi'nde binlercesi katledilir.
Sonra da... Hz. Ali, önceleri çok 'zâhid' birisi olarak bilinen ve amma sonra Haricîler içinde yer alan Abdurrahman ibn Mulcem isimli kişi tarafından, Kûfe câmiinde hançerlenerek katledilir..
Hz. Ali'nin katledilmesinden sonra diyebiliriz ki, Muaviye'nin Şâm'daki hükûmetinin gücü, bütün Müslümanların üzerinde rakipsiz güç haline gelmişti.
Daha sonra şekillenen 'Şia'y-i Ali/ Ali Şiası/ Ali tarafdarları'ndan oluşan '12. İmam- İmâmiye-i İsnâ- Aşeriyye' mezhebinde, 1. İmam/ lider olan Hz. Ali'nin katlinden sonra onun yerine, oğlu Hz. Hasan'ın 2. İmam olarak geçtiği kabul edilir. Ama 6 ay içinde Hz. Hasan -Muaviye 'barış anlaşması' yapılır.
'Hz. Hasan- Muaviye Sulh Anlaşması'nda, ilk maddede özet olarak, Ehl-i Beyt'e herhangi bir saygısızlık ve baskı yapılmayacağına söz verilir; ikinci maddesinde de, Muaviye'nin kendisinden sonrası için kendi ailesinden kimseyi yerine göstermeyeceği yazılmıştır.
Ama Hz. Hasan, kısa bir süre sonra (Şia kaynaklarına göre) zehirlenerek katledilir..
Ve Hz. Huseyn, '3. İmam' sıfatıyla ağabeyinin yerini alır. Ancak Muaviye'nin yaklaşık 16 yıl kadar süren saltanatının sonuna kadar ciddî bir mesele çıkmaz ortaya..
Ancak, Muaviye yaşlılık yıllarında kendisinden sonra yerine kimin geçmesi gerektiği konusunda en münasib kişi olarak oğlu Yezid'i görür..
Ulemâ'nın, 'Bu, saltanatı ihya etmek olur..' şeklindeki itirazlarına Muaviye, 'Saltanat olsun ve oğlum diye değil, ümmetin işlerini görmeye en münasib kişi olduğu için..' diyerek, kendisi hayattayken dönemin önde gelen isimlerinden, kanaat önderlerinden, oğlu Yezid'e 'bey'at'ler almaya başlar.
Ama bu arada Muaviye, oğlu Yezid'e nasihatnâmesinde, 'Sana bugüne kadar, ümmetin önde gelenlerinden bey'atler aldığını, ama 4 kişinin bey'at etmediği'ni belirtir.
Bunlar,
1- Abdurrahman b. Ebubekir.. (Ebubekr'in oğlu),
2- Abdullah b. Ömer.. (Ömer'in oğlu),
3- Abdullah b. Zubeyr.. (Zubeyr'in oğlu)
4- Huseyn b. Ali.. (Ali'nin oğlu..)
Bunlardan Abdurrahman b. Ebubekir ve Abdullah b. Ömer'in sana müşkülat çıkaracaklarına ihtimal vermem. Abdullah b. Zubeyr ise sert mizaçlı birisidir; ona sert davranırsan, geri çekilmek zorunda kalır.
Huseyn'e gelince..
Ona çok dikkatli davranmalısın.. Çünkü ona yanlış davranırsan, sana öyle bir darbe vurur ki, Kıyamet'e kadar o darbenin altında kalırsın..' dediği bazı kaynaklarda belirtilmiştir.
Bir akşam Medine'de, Hz. Huseyn, Mescid-un'Nebî'de, yatsı namazından sonra bazı zevâtla sohbet ederken..
O sırada birkaç atlının, yıldırım hızıyla Mescid'in önünden geçip, Valilik binasına doğru geçtiği görülür. Oradakiler durumda bir olağan üstülük olduğunu ve Muaviye'nin vefat etmiş olabileceğini düşünürler.
Nitekim kısa süre sonra Medine Valisi Velid b. Utbe, derhal o dört ismin, yeni Halife olarak Yezid bin Muaviye'ye 'bey'at'lerini, vekâleten kendisine bildirmelerini ister.
Hz. Huseyn 'bey'at'in gizlice değil, 'halkın gözü önünde, alenî olarak yapılması gerektiği'ni belirtir.
Muaviye'nin rahatsızlığı döneminde, Kûfe ve diğer şehirlerden binlerce insan, Hz. Huseyn'e kendisine 'bey'at edeceklerini açıklamışlardır. Artık Yezid'in, babasının yerine geçtiği, kesinlik kazanmış, 'bey'at'ten kaçınanlara sert davranılacağının işaretleri de hissedilmeye başlamıştır.
Hz. Huseyn o gece Medine'den ayrılır, çok yakın dostlarıyla.. Hacc dönemi öncesinde Mekke'ye geçer, Kâbe'yi tavaf edip, Hacc dönemi başlamadan; Kûfe'ye doğru çöl yolculuğuna çıkar..
'Peygamber torunu Huseyn'in bu hareketi, iktidara yürüyüş gibi değerlendirildiğinden, kafileye katılanlar giderek büyür ve bir ara 18-20 bin'e varır.
Ama çetin çöl şartlarında zahmetler ağırlaştıkça Hz. Huseyn, o kalabalıklara, 'yolculuklarının çetin ve tehlikelerle dolu olduğunu' ve 'ayrılmak isteyenler olursa, bir mesuliyetlerinin olmayacağını, ayrılanların ayıplanmamasını; utananlar olursa, onların da gece karanlığında sessizce ayrılmaları'nı hatırlatır.
Bu arada, Hz. Huseyn, amcaoğlu Muslim bin Âqil'i gidip haber alması için Kûfe'ye gönderir.. Ama Kûfe'de halkın gözü önünde Vali Konağı'nın çatısından aşağı atılarak katledilir. Bu arada Basra Valisi Ubeydullah bin Ziyad, daha sert davranacağı düşünülerek, Kûfe Valiliği'ne tayin edilir.
Bu arada Hz.Huseyn'i diri veya ölü, ele geçirecek olan kumandanın Şehr-i Rey Valiliğine tâyin edileceği haberi, kumandan Ömer bin Saad'ı, başkasının kendi yerine tayin edilmemesi için Hz. Huseyn'nin kafilesinde bulunan 100 küsur kişilik aile efradına ve yârânına saldırmaya daha bir kararlı hale gelir.
O sırada arab edebiyatının ünlü şairi Ferezdaq, Şam'a doğru gitmekteyken birkaç çadır grubuyla karşılaşır ve bunların Hz. Huseyn ve yârânının çadırlarının olabileceğini anlayınca, Hz. Huseyn'le görüşür. Hz. Huseyn, Kûfe'den ve kendisine bey'at sözü veren binlerden haber sorar..
Ferezdaq'ın cevabı, gerçekte, iktidar mücadelesi içinde olanlar arasında rastlanabilecek hallerden de haber vermektedir: 'Onların kalbleri seninle, kılıçları sana karşı!. / Qulûbuhum ma'ek, suyûfuhum aleyk!..'
Ve Muharrem'in 9. gecesi akşamı, ilginç bir gelişme daha yaşanır: Yezid ordusunda binlerce askere kumanda eden seçkin kumandanlardan Hürr bin Yezid (bu, başka bir Yezid'dir), Âşûrâ günü kopacak fırtınadan haberdardır ve kolayca alınamayacak büyük bir karar alır ve Huseyn limanına sığınır; O'nu katledecek ordunun kumandanı ve askeri olmaktansa, o ân'a kadar yaptıkları zulümlerden tövbe edip, o bir avuç mazlumla birlikte şehîd olmayı seçer.. Hürr, Kerbelâ'da Hz. Huseyn'in kafilesine, nicelerinin kolayca yapamayacağı seçimi yaparak, en son katılan ve 10 Muharrem sabahı ise, Kerbelâ'nın ilk şehidi olan büyük tövbekâr ve kahramandır..
Hz. Huseyn'in etrafındaki fedaîleri birer -ikişer şehid olurlar. Yezid'in kumandanı Ömer bin Saad'ın 'teslim ol!' çağrısına, çocukluk arkadaşı Hz. Huseyn'in cevabı tam da Huseynce'dir.. 'Ben mi teslim olacağım? Ölüm geldiyse hoş geldi.. Kılıçlar ve kargılar yarın Kur'an'ımızı delik-deşik edecekse, o kılıçlar ve kargılar, bugünden benim göğsümü delik-deşik etsin.. Heyhaaat, min'ez-zilleh! / Zilleti kabullenenlere yazıklar olsun!.'
'Tadmayanlar bilmez elbet, bu sevdânın tadını; olmamıştır sineleri, çünkü bir dem Kerbelâ..'
Ve bir-kaç saatlik bir direnme sonunda, Hz. Huseyn ve yârânından 72 kişi katledilir ve hepsinin başları kesilir ve bedenleri de atların ayakları altında ezilir.
Hz. Huseyn'in başı da bir sırığa geçirilerek Şam'da Yezid'e ulaştırılır.
Bir Osmanlı şairinin beyti, tabloyu en çarpıcı şekilde tasvir eder:
Düştü Huseyn atından Sahrâ-y'ı Kerbelâ'ya..
Cibrîl var git, haber ver, Resûl-i Kibriyâ'ya..
Ve Hind Müslümanlarının büyük ârif mütefekkiri ve şairi Allâme Muhammed İqbâl-i Lâhoorî ise 100 yıl öncelerde, 'İslâm Hürriyeti ve Kerbelâ Hâdisesinin Esrârı' isimli şiirinde şöyle der -özetle-:
'Hılâfet makamı Kur'an yolundan inhiraf edince..
Hürriyetin damağına zehir döküldü.
Ümmetlerin içinden zuhûr eden o büyük tecelli,
Ayağı Kıble bulutu gibi, yağmur dolu olarak kalktı,
Kerbelâ toprağına yağdı-geçti ve virânelere lâle ekti ve gitti..
(...)
Hakk uğrunda, kan ve toprak içinde yuvarlandı,
Sonra da, 'Lâilâheillallah'ın âbidesi oldu..
Eğer dâvâsı saltanat olsaydı, bu vasıtalarla ve
bu şekilde sefere çıkmazdı. (...)
O, İbrahîm ve İsmail'in sırrı idi..
Yani, o muhtasar (özetlenmiş) hikâyenin, mufassalı idi.
(...) Kılıcı, ancak ed'dîn'in büyüklüğünü göstermek uğrunda çekilmişti.
Maksadı, Şeriat-i Muhammediye'yi muhafazadan başka bir şey değildi.
Müslüman, mâsivânın/ kötülüklerin kölesi değildir,
Firavunluk önünde baş eğmez..
Onun kanı bu sırları tefsir etti, uyuyan milleti uyandırdı.
Ve 'Lâ' kılıcını çekti ve (...) bu kan ile sahraya 'illallah' yazısını yazdı,
Kur'an'ın sakladığı mânâyı biz Huseyn'den öğrendik.
Biz onun ateşinden alevler kazandık..
Şam ile Bağdad'ın kudret ve azameti mahvoldu gitti.
Gırnata'nın şan ve şevket devirleri de unutulup gitti.
Fakat bizim ruhumuzdaki tel, hâlâ Huseyn darbesi ile ihtizâz etmekte..
(..)
Ey, uzak düşenlerden sevgililere haber ulaştıran Bahar rüzgârı,
Bizim gözyaşlarımızı da onun mukaddes toprağına eriştir.
1380 yıl öncelerdeki Kerbelâ Faciası etrafında, daha sonra gelişen nice hadiselerin de 'mâqabl'e şâmil' (geçmişi de içine alıp yorumlayacak) şekilde değerlendirildiğinde ifrat ve tefrite düşüldüğünü nice abartılı tavırların, örf ve âdetlerin, hattâ nice saltanat kavgalarının Hz. Huseyn adına bile yapıldığını hatırlayalım. İran'ın yetiştirdiği büyük şiî ulemâsından olan merhûm Murteza Mutahharî, Hz. Huseyn'i anmak adına yapılan taşkınlıkların, Hz. Huseyn'e, Yezid'in yaptığı zulümden daha hafif olmadığını yazmıştı..
Hz. Huseyn ve Kerbelâ şehidleri, İslâm Milleti'nin tamamının en aziz şehidlerinden ve Kerbelâ'daki mazlûmiyet, Müslümanım diyen bütün herkesin yüreğini dağlar iken; aynı örfleri paylaşmayan büyük Müslüman kitleleri, kendi örflerinde olduğu gibi anma törenleri yapmayanları, 'Yezid tarafdarları' olarak nitelemek gibi saçmalıklardan ve bu mâtem törenlerini folklorik bir gösteriye dönüştürmekten kesinlikle kaçınmak ve keza, Hz. Ali'nin birlikte çalıştığı İslâm büyüklerine de, onun kadar ihtiram göstermek gerektiğini ve hurafelerle karışık olarak halk kitlelerinin, avâm anlamak zorundayız.
Bu, İslâm Milleti'nin birliğini sağlamanın hem en zarûrî ve hem de en pratik ve de kolay yollarından birisidir.
Hz. Huseyn'i anmak, onu anlamak için olmalıdır ve onu anlamak da, onun hedefini anlamakla mümkündür.