1699 Karlofça Antlaşması'yla ilk kez toprak kaybetmeye başlayan ve aynı tarihten itibaren gerileme dönemine giren Osmanlı Devleti'nin düşünce insanlarının cevabını aradığı hep aynı soruydu... Sened-i ittifak imzalanırken de, Gülhane Hattı Hümayunu okunurken de, 1. ve 2. Meşrutiyet ilan edilirken de aynı soru vardı zihinlerde: 'Biz niçin mağlubuz?'
Bu kaybediş sadece toprakla sınırlı kalsaydı zihin yoracak belki daha az şey olabilirdi, ama karmaşa yaşayan kişilik, kimlik ve alt üst olmuş değerler dünyasının yanı sıra, zaman zaman gerileyişin sebebi olarak geleneğin hatta sonrasında dinimizin hedef alınacağı zorlu bir dönemdi... Said Halim Paşa, 'buhranlarımız' dediği bu çalkantıdan nasıl çıkılacağı hakkında zihin yorarken bunun sadece siyasi sistemi değiştirmekle veya esas teşkilatı farklılaştırmakla ilgili olmadığını, buhranlarımızın ve aslında mağlubiyetlerimizin kökeninde, sosyal sebeplerin olduğunu düşünmekteydi.
Said Halim Paşa'nın İslamlaşmak veya İslamilik olarak ifade ettiği tezde, 'hürriyet' ve 'ilerlemek' olumlu manada anahtar kelimelerden iken, 'mukallitlik' ile 'bağnazlık' ise olumsuz hatta toplumsal infisahın işaret fişeği hükmünde iki kavramdı... Bu olumsuzluklar, toplumun zaman içinde dini kimliğini ve değerlerini yitirmeden -İslam kalarak- değişimini, ilerlemesini engellemekteydi... İçinde bunaldığımız buhranlardan, gerilemelerden, mağlubiyetten, Batı'daki teknik ve fenni gelişim ile dini değerlerimizi mecz ederek çıkabilirdik...
Bunun eklektik bi bakış açısı veya sentezci bir yaklaşım olduğuna dair eleştiriler getirenler olabilir elbette. Ama dönemin koşulları kadar Said Halim Paşa'nın kişisel yaşam öyküsünü de göz önüne alarak yorum yapmak daha adilane olur kanaatindeyim... Yazımın bundan sonrasını biraz daha kişiselleştirerek devam edeceğim...
Hukuk Fakültesi'ndeyken 'Üç Tarz-ı Siyaset' çerçevesindeki okumalarımız için kurduğumuz gençlik kulübünde, 'Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık' düşüncelerini anlamaya her çalıştığımızda yolumuz muhakkak Said Halim Paşa'ya düşerdi... Rahmetli Münevver Ayaşlı kendisi de bir paşa gelini olarak her ne kadar dağılmış olsa da hem Osmanlı Hanedanını hem mısır Hıdiv ailesini ve Mısır Krallığı dönemindeki şahsiyetleri yakınen bilen, hayat hikayelerini çok müstesna şahitliklerle anlatabilen bir İstanbul Hanımefendisiydi... Said Halim Paşa ve Mehmet Akif Beyi ona da sorardık. Said halim Paşa'nın görüşlerinden, 'İslamilik' şeklinde bahsederdi. Said Halim Paşa'nın düşünce hayatının bir de manevi yüzü olduğundan bahsettiği bir günde, bu manevi yüzün 'vahdet-i İslamiyye' olduğundan, sert bir milliyetçiliğin bunun önünde en büyük engel teşkil ettiğinden, bu ruhaniyeti zedelediğinden hatta infilak ettirdiğinden' söz etmişti. 'Koskoca bir imparatorluk biz yaşarken dağıldı, Paşa hazretleri bunu durdurabilmeye çalışanlardandı...'
Mehmet Akif deyince de, Münevver Ayaşlı'nın gözleri dolardı. 'İslamilik hareketi çok çile çekti, hem Paşa hazretleri, hem Akif bey, nice haddeden geçtiler, İslamlaşma fikrini takip edenler bilirler ki, Garp bize karşı bağnazdır ve her türlü hileyi, tuzağı, İslamlaşmak fikrini güdenlerin başına geçirir' derdi. Söyledikleri biraz da Said Halim Paşa'nın acıklı hayat hikayesiyle ilgiliydi aslında. Uzun sürgünler, uzun mağlubiyetler, ömrünün sonuna doğru, 'Ermeni Kırımı'ndan' yargılanması sonrasında bir komitacı tarafından şehit edilmesi...
Aslında İttihat ve Terakki'ye has darbeci, ihtilalci bir ruhu olmamasına rağmen, kaderin cilvesi mi diyelim onların arasında yer alması hep bir paradoks olarak okundu Said Halim Paşa'nın. Ama Liman von Sanders'in dediği gibi, belki de o deli fişek ittihatçıları dengelemek, frenlemek için oradaydı, onlardan farklıydı. Belki farklıydı ama ne Babıali isyanını, ne 1.Dünya Savaşına girişimizi, ne Ermeni Tehciri'ni engelleyememişti... Münevver Ayaşlı'nın tesbitiyle söylersek; 'yalnızdı'. Ama bunca aksiyon ve inişli çıkışlı devlet görevleri arasında düşünce dünyamıza önemli izler bırakacak eserler kaleme almayı da başarmıştı. (Bu hafta Kütüphane Haftası: Tarihi yalısındaki yazma eserleriyle dolu kütüphanesini, el yazısı defterlerini, mektuplarını yağmalardan ve yangından koruyabilseydik keşke demek geliyor içimizden)
Said Halim Paşa'nın aslında 'modern ve aristokrat' birisi olduğundan da söz ederdi Münevver hanım ve bizim modernizm eleştirisiyle kabartılmış zihinsel tarlalarımızda çok da anlam bulamazdı bu tanımlama. Bize paradoks gibi gelirdi... Aslında Said halim Paşa'nın bir yanıyla Müslüman ve Asyalı, diğer yanıyla entelektüel ve Avrupalı karmaşık kimliği, Osmanlıya has emperyal ve dolayısıyla esnek, heterojen, eklektik varoluşla çok benzeşmekteydi. Lakin gençlik günlerimizde 'modern ve aristokrat' ifadesine tepkiliydik. Ama şimdilerde olgun yaşlardan bakınca, Said Halim Paşa, ilerlemeci ve sentezci oluşuyla pekala modern sayılabilirdi... Lakin modern oluşuyla birlikte ihyacıydı da, tarihin güneşli günlerindeki geleneğe sık sık atıf yapardı, bu bağlamda gelenekçiydi de ama gelenek üzerinde de seçiciydi... Münevver Hanımın Paşa hakkında niçin 'modern' dediğini Akif'te, İkbal'de, Efgani'de, Carullah'da da izleyebileceğiniz üzere, uyuşukluğa ve miskinliğe batmış geleneğin ihyasının ancak silkinmeyle vaki olabileceği endişesi üzerinden okumakta fayda var... Bunu opak anlamda bir gelenek düşmanlığı olarak da ifade edemeyiz, ama imani esasları tecdid ve tashih amacı güden, mağlubiyet pisikoljisine isyan eden özgürlükçü dimağların tepkisi olarak yorumlamak belki daha doğrudur...