Alabildiğine karamsar bir bayram sabahına uyandım. Ruhum sıkılıyordu. Bayram yapmayı hak etmiyorum diye düşünüyordum. Gazze'de taş üstünde taş kalmamış. İnsanlar ardı arkası kesilmeyen bombardımanların altında barındıkları yerden sağ çıkıp çıkmayacaklarını bilmeden yağmurda, soğukta bekleşirken bayram yapmak Allah'tan reva mıydı? Günün akşamında vardıkları yeri, sabahında terk etmek zorunda kalan, çoluk çocuk, yaralı, yaşlı, kadın yollara düşen insanlar gözlerimin önünden gitmiyordu. Oradan oraya sürülüyorlar. Her gün onlarca şehit, yaralı... Denizden, karadan, havadan bütün yardım yolları kesilmiş.
Gazze'yi terk edip başka ülkelere, mesela Mısır'a, Ürdün'e gitmeye zorlanıyorlar. Gitmeseler öleceklerinin canlı provasını yapıyorlar. Söz konusu ülkelere de onları kabul etmeleri dayatılıyor. Zalimlerin aklındaki tek çözüm bu. İster istemez gideceksiniz ya da öleceksiniz, bari gönüllü olarak gidin diyorlar. Bunun için planlar, hazırlıklar yapılıyor. Beyaz saraylarda, beyaz masaların etrafında kirli, kapkaranlık toplantılar düzenliyor, yüzleri kara olasıcalar.
Karadan, denizden, havadan bütün yardım, imdat yolları kesilmiş. Mümkün olsa Allah'ın suyunu, havasını da kesecekler. Bizim yaptığımız ise çaresizce beklemek. Ya da bütün bunlar gözlerimizin önünde yaşanmıyormuş gibi bayram yapmak. Mümkün mü?
Bir tek onlar var. Yoksullukta belki Gazze'den aşağı kalmayan Yemen, bir tek Yemen yıkımı, ölümü, harap olmayı göze alarak, Gazze'nin üzerine çullanmış ölüm bulutunu dağıtmaya, en azında hafifletmeye çalışıyor. O da denizden, havadan, karadan en yoğun, en acımasız saldırılara maruz kalıyor. "Yemen ah Yemen" sözleri döküldü dudaklarımdan. Biçare bir halka bir nebze bile olsa yardım elini uzatmaya çalışan bir sen kaldın, Allah yüzünü ağartsın, dedim. Dünyanın gerisinde erdem, mertlik, mazlumdan yana olmak, düşenin elinden tutmak, gözyaşlarını silmek, yaralarına merhem olmak hak getire. Yemen de olmasa, insanlıktan büsbütün umut kesmemek için hiçbir neden yok. Kuşkusuz imkan bulsa yardım elini uzatacak birkaç ülke de yok değil. Ama bildiğimiz gibi onlara da en basit insanî yardımları yapacak fırsat tanınmıyor. Oturun oturduğunuz yerde tehdidi savuruluyor.
Bu kadar karanlık, bu kadar koyu, bu kadar zifiri bir bayram sabahı işte. İnsanda mutlu olmaya, sevinmeye, umutlu olmaya mecal mi kalır? Odanın içinde bir o yana bir bu yana gidip gelirken, elim raftaki Kur'an-ı Kerime uzandı. İçimin burkulduğu her seferinde yaptığım gibi ruhuma bir ferahlık, bir neşve, bir coşku, bir umut, bir inşirah arıyordum. Aslında özellikle "Tevbe" suresine baktım. Müşriklere, zalimlere, kan emicilere tarihin tanık olduğu en muhteşem ültimatomun verildiği görkemli sureye.
"De ki: "Sizin bizim hakkımızda beklediğiniz, ancak iki güzellikten biridir" (Tevbe, 52) ayetini okurken yüreğimin ılık ılık ısındığını, bedbinlik buzlarının usul usul çözüldüğünü fark ettim. Hadiste buyurulduğu gibi: "Müminin işi ne kadar hayret verici, (yense de yenilse de), ölse de öldürse de cennettedir". Ayetin sonunda ise zaferi galibiyet, yıkıp talan etmek, gasp etmek, öldürmek, sürmek ve soy kırım uygulamak olarak algılayan zalimlere, zorbalara yönelik şu tehdit yer alıyor: "Allah ya katından size bir bela gönderecek veya sizin cezanızı bizim elimizle verecektir. O halde sonucu bekleyin, biz de sizinle birlikte bekleyeceğiz".
İlk işim, dostlarımın bayramını tebrik etmek oldu. "Zulmün, katliamın, sürgünün, yıkımın, gözyaşının olduğu yerde bayram mı olur? Olur. Çünkü Müslüman her durumda kazanan taraftır. Zalim, katil, katliamcı ve müşrik olmadığınız için her iki cihanda da bayramınız mübarek olsun".