G20 zirvesinde ortaya çıkan tablo ve Türkiye’nin zirve gündemine damgasını vurması daha uzun süre konuşulacak gibi. Paris saldırılarıyla birlikte süreci değerlendirdiğimizde ise önümüzde hayli zorlu ve sancılı bir dönemin olacağını söyleyebiliriz.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, G20’de bir noktanın altını çizmişti. Terörle mülteci sorununu birbirinden ayırmak. Aynı mesajı daha sonra ABD Başkanı Barack Obama da verdi. Bu mesajın önemini anlamak için, mülteci sorununa veya başka bir ifadeyle krizine daha yakından bakmakta yarar var.
Özellikle bazı Avrupa ülkelerinin Suriye’den kaçanlar başta olmak üzere mülteciler konusunda verdiği sınav herkesin malumu. Bu insanları, ülkelerini, evlerini terk etmek zorunda kalan mağdurlar olarak değil; daha iyi bir yaşam için yollara düşen maceraperestler gibi göstermek, özellikle Batı medyası eliyle işlenen bir tez.
Bu tezin beraberinde veya parantezinde, ‘akın akın gelen’ bu barbarların (!) bir medeniyeti yıkmak ve yok etmek üzere yönlendirildiğini söyleyenler ve tam da bu nedenle sorunu ‘onlarla nasıl mücadele ederiz’ şeklinde ortaya koyanlar var.
Basit ve yakıcı bir gerçek var. Mülteciler bir savaşın mağdurları. Üstelik kendilerini tehdit olarak görenlerin bizzat ya da en azından pasif duruşla neden oldukları bir savaşın mağduru. Macera ya da zenginlik peşinde değiller. Gitmeye çalıştıkları ülkelerin yoksullarını daha da dibe çekmenin arayışında da değiller.
Batı medyasının özellikle böyle algılar yaratma çabası, masum olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyor. Öncelikle bu durum, Suriye örneğinde olduğu gibi, söz konusu ülkelerin yaşanan savaşla ilgili sorumluluklarını gizleme amacını güdüyor. Kendi elinizle yangın yerine çevirdiğiniz, en hafif ifadesiyle öyle olmasına göz yumduğunuz bir ülkeden size gelen mağdurları; medeniyete karşı tehdit ilan etmek ve bu zeminde hızlı ve kaba bir faşizm üretmek. Yapılanın özeti bu.
Benzer bir durum Macaristan’da olmuştu. Ama en çarpıcı olan Paris saldırılarından sonra ordunun göreve çağrılması oldu. Hala kendisini Paris’le özdeş gören kimi aydınlarımızın da pek bir mutlu olduğu bu çağrı, hiçbir zaman sadece ordunun göreve çağrılmasından ibaret değil. Ordunun davet edilmesi, aynı zamanda işsizler, yoksullar, bir şekilde suça bulaşmış ve hayata tutunmaya çalışan umutsuzlardan oluşan geniş bir kitlenin de sahaya davet edilmesi aslında. ‘Orduyla el ele temizlik yapmaya’ davet ediliyor sokaklar. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu, Avrupa’da hala yükselen ırkçılığa ve Fransa’daki karşılığına bakarak öngörebiliriz.
Gelelim Paris saldırılarından sonra da, üstelik pek bir arsızca devam eden Türkiye’ye yönelik suçlamalara. İki başlığı var bu suçlamaların. Birincisi ısrarla ve aynı çarpıtmayla Ankara ve Suriyeli muhalifler arasındaki ilişkiyi, DAEŞ ve benzeri alanlara çekme çabası. İkincisi özellikle Avrupa’ya yönelik mülteci akınını Türkiye’nin bizzat örgütlediği suçlaması.
Birincisinin cevabı kendi içinde. Ancak mülteci akınıyla ilgili suçlamanın kelimenin tam anlamıyla ne denli ahlaksızca olduğu, Türkiye’nin bir an bile tereddüt etmeden topraklarına kabul ettiği milyonlarca mülteciye bakarak anlaşılabilir. Ankara’nın yükünü azaltmayı, parayla satın almak olarak gören zihniyet, AK Parti sözcüsü Ömer Çelik’ten tarihi bir cevap aldı. Türkiye kimsenin tampon bölgesi değil ve kimse de ülkemizi bir toplama kampı olarak göremez.