Geçenlerde memlekete gittim. Doğubayazıt'taki İshak Paşa Sarayı'nın civarında medfun bulunan ve Kürt edebiyatının şaheserlerinden Mem û Zîn'in yazarı olan şeyh Ehmedê Xanî'nin (Ahmed-i Hani) kabrini ziyaret ettim ilkin. Hakkâri'den Cizre'ye, oradan İran'a ve sonra Doğubayazıt'a bir göçmen gibi dolaşmış şeyhe fatiha okurken bu göçün bize muhteşem bir edebi eser bıraktığını düşündüm. Göç edebiyat ve hikâye demektir çünkü. Zaman zaman keşke Tolstoy, "Şehre bir göçmen gelir ve hikâye başlar" deseydi diye düşünmüyor da değilim.
Arapların "el-Edebu'l Mehcer"i (Göç edebiyatı) var mesela. Arap Yarımadası'ndan Latin Amerika ülkelerine göç eden Hristiyan Araplar arasından çıkan yazarların yarattıkları muhteşem bir edebiyat. Cibran Halil Cibran, Mikail Naima, Reşid Eyyub ve İliya Ebu Madi gibi isimler bu leziz göç edebiyatının temsilcileridir.
Sonra aklımda ülkemizde gündemini koruyan göçün, bir hikâye oluşturup oluşturamayacağı sorusu dolanırken Adilcevaz'a vardık. Bunaltıcı, basık, boğucu bir sıcak hava vardı. Yaprak kımıldamıyordu. İnsanlar kahvehanelerin önünde açılmış şemsiyelerin gölgesine sığınmış, nefes almaya çalışıyorlardı. Sonra Van Gölü tarafından telaşlı göçmen nefesini andıran bir rüzgar esmeye başladı. Kıble tarafından esen rüzgar yağmurun, bereketin habercisi bilinir bölgede. Kısa süreli de olsa bir yağmur yağdı sonra ve çarşı pazar canlanmaya başladı. Serin bir telaş sardı her yanı, bir göç hikayesi gibiydi.
İran hududuna yakın bir köydeki akrabamızın evinin balkonunda Ebeğe (Çaldıran) ovasına vurmuş mehtabı izliyorduk gece vakti, kaçak çay eşliğinde. Söz döndü dolaştı mültecilerin huduttan geçişlerine geldi. Bulunduğumuz köy, göç güzergâhı üzerinde bulunuyormuş. Sonra hikâyeler başladı. Kıble tarafından gelen rüzgarın, dağın kuytusunda, sıcaktan bunalan Adilcevaz'a hayat vermesini andıran hikayelerdi.
"Hayvanlara bakacak, sürüleri otlatacak kimse kalmamıştı köylerde." dedi birisi. "Afgan mülteciler gelmeye başladıklarından beri eski günlerdeki gibi yaylalarımız şenlendi. Şu karşı köyde dört beş tane Afgan çoban var." dedi, gecenin mehtabında ışıkları görünen köyü göstererek. "Önceleri anlaşamıyorduk, şimdilerde Kürtçe öğrenmişler. Zaten dilleri de bizim dilimize benziyormuş." diye ekledi. Aslında çoğu buralarda durmuyor, köyleri kıyı kıyı geçip batıya doğru akıyorlar dere boyunca. Kimseyi rahatsız etmemeye dikkat ediyorlar. Çoğu zaman açtırlar.
"Gün ortasıydı", dedi kız kardeşim. "Tandırda ekmek pişiriyorduk. On on beş yaşlarında bir çocuğun tandır evinin kapısında durmuş bizi seyrettiğini fark ettim. Köyden değildi. Ne istiyorsun, dedim, anlamadı. Mülteciydi. Ürkek ve ağlamaklıydı. El işaretiyle aç olduğunu söyledi. Bir parça sıcak ekmek verdim. Daha fazla istedi. Evde bulunan oğlumu çağırdım. Geldi. Çocuk onu görünce biraz telaşlandı. Oğlum başını okşayarak teskin etti. Sonra evin arka tarafında on kişilik bir grubun beklediğini gördük. O ana kadar pişirdiğim bütün ekmekleri bir torbaya koydum, yanına küçük bostanımızdan domates, biber, salatalık toplayarak ekledim. Plastik bir kaba da koyun yoğurdu koydum. Bir de salatalıkları, biberleri doğramaları için bir mutfak bıçağı verdim. Alıp gözden kayboldular. Bir saat kadar sonra o çocuğun tekrar geldiğini gördüm. Elinde kendilerine verdiğim bıçak vardı. Yanlışlıkla sizin bıçağı götürmüşüz, onu geri getirdik demeye çalışıyordu. El işaretiyle onu ben zaten size vermiştim, dedim. Bir saatlik yoldan bıçağımı geri vermek için gelmişlerdi. Ekmeği verdiğimizde nasıl dua ettiklerini görecektin ağabey." dedi, bir yandan da merhamet gözyaşlarını silerken.
Yeğenim anlattı: "Soğuk bir kış sabahıydı. Komşularımızdan birinin evinden alışılmadık bir gürültü koptu. Hepimiz oraya koştuk. Komşumuz, hayvanlarını yemlemek için sabahleyin samanlığa girerken yirmi kadar adamın birbirlerine sokulmuş vaziyette samanların üzerinde uyuduklarını görür. Gecenin karanlığında samanlığa sığınmışlar. Adamlar donmak üzeredirler. Korku ve şaşkınlıkla adamları kovalamaya çalışır. Ama sesleri duyan ağabeyi gelir ve kardeşine böyle davrandığı için kızar. Adamları alıp yanan sobanın yanına götürür, ısınıp kendilerine gelmelerini sağlar. Karınlarını doyurduktan sonra köyden temin ettikleri kalın kıyafetler de vererek gönderirler."
Sonra bir diğer yeğenim anlattı. "Traktörle Adilcevaz'a gidiyordum. Yolumuzun üzerinde dere yatağının üzerine yapılmış bir köprü var. Yaz günüydü ve dere kurumuştu. Bir grup insanın köprünün altına sığındıklarını gördüm. Durup burada ne aradıklarını öğrenmek istedim. Mülteciydiler. Bir şeyler söylediler. Tek anladığım susuzluktan dillerinin, damaklarının kuruduğuydu. Bekleyin diye işaret ettim. Sonra hızla ilçeye devam ettim. Büyük bir damacana su ve biraz yiyecekle geri geldim. Suya nasıl saldırdıklarını görecektin dayı." dedi.
Ben bu merhamet tohumlarından bereketli bir edebiyat bostanının yeşereceğini düşündüm. Ebeğe ovasını tam ortasından bir göçmen gibi geçerek etrafını yeşerten dereyi geride bırakırken memleketimin dillere destan misafirperverliği ile gurur duydum. Dünyayı, mesken edindikleri bataklıktan ibaret bilen mendebur seküler kurbağa sıfatlılara inat.