İnce düzeltmeler:
Bir önceki yazımda geçen “dikkatimE celbedenler” ibâresi tabii ki yanlış, hattâ yaaniş!
Doğrusu “dikkatimİ celbedenler” olacakdı...
İkincisi yazının sonlarında geçen “tranquilizes” kelimesi de öyle!
“God tranquilizes the Queen.” Tanrı Kıraliçeyi teskîn eder/sâkinleştirir; demek. Oysa murâd edilen “sâkinleştirsin!”
O halde “tranquilize” demem gerekiyordu.
God dumn me! Yâni Allah ne murâdım varsa versin; iki cihanda azîz olayım!
Aslı aranırsa bu tür düzeltmeler iki ağzı keskin kılıçlar gibidir. Demem o demek ki yanlışınızı düzelterek, bunu fark eden okuyucularınızın gönlünü alırsınız ama bu arada henüz farkına varmamış olanları da uyandırmış olursunuz!
Onun için hepinizden ricâm, bunları sâdece hatâları fark etmiş bulunanların okuması! Fark etmemiş olanlar okumasınlar ki başımıza bir de onları şey etmeyelim!
Teşekkür ederim!
***
Türkiye fevkalâde kritik ve muhâtaralı bir devreden geçiyor.
Zâten 1040 Dendânekan Meydan Muhârebesi ile bu yeni yurdumuza ilk adımları atmaya başladığımızdan bu yana geçirdiğimiz kritik ve muhâtaralı OLMAYAN günleri saysanız muhtemelen üç hâneli bir rakama ulaşamazsınız... Neyse...
Hâlen yaşamakda bulunduğumuz kritik ve muhâtaralı günlerin sebebi, bütün Önasya’da, dikkat buyurulsun yalnızca bütün Ortadoğu demiyorum, bütün Önasya’daki derinlemesine sarsıntılar ve köklü değişimlerdir.
Bu havzanın tekmil politik, ekonomik ve sosyal yapısı, örgüsü değişiyor ki bunlardan hiç biri zâten öbürlerine bağlantısız düşünülemez. Birinde husûle gelmeye başlayan değişimler “organik” olarak diğerlerine de sirâyet eder. Bir kere bu bölgeyi incelerken aslâ unutulmaması gereken hususlardan biri şudur:
Önasya politik bakımdan, temelinde “gayrıtabii” bir oluşumdur!
Buradaki devletlerden hiç biri, Türkiye de dâhil olmak üzere, tabii sınırları içinde ve tabii şartları altında teşekkül etmemişdir.
Türkiye’den örnek vereyim. Sırtımda yumurta küfesi bulunmadığı, yâni resmî herhangi sıfata sâhib bulunmadığım için, sâdece bir alelâde gazete yazarı olarak bu konudaki görüşlerimi -tâbir câiz ise- dangıl-dungul ifâde edebilirim:
Eğer hâlihâzırdaki Türkiye tabii târihî koşullar altında teşekkül etmiş bulunsaydı bugün bu devletde, ağleb-i ihtimâl, Kürdlerle berâber ikili bir -belki federatif yâhut konfederatif- yapı bulunur ve ülkenin sınırları Kürd ağırlıklı tarafda Kuzey Irak ile Kuzey Sûriye’yi de içine alacak şekilde çekilmiş bulunurdu.
Batıda ve kuzeybatıda ise, Selânik dâhil Batı Trakya ile Bulgaristan’ın Filibe Şehri üzerinden geçen bir hattın güneyinde kalan topraklar bu devletin sınırları içinde kalırdı.
Ayrıca Ege Adaları ile Kıbrıs da, belki bir iki ufak istisnâsı ile Türkiye’nin parçaları olarak kalırlardı. Zâten târih boyunca hep öyle olmuş ve bu bölgeler Anadolu’nun birer uzantısı şeklinde ele alınmışlardır ki hakıykat de zâten budur.
Fakat 1850’lerden îtibâren takrîben tamâmı Batılı büyük devletlerin entrikaları ve kaba kuvvet kullanmaları sonucu bu sınırlar sun’î şekilde ve ora devletlerinin tabii yapıları göz önünde bulundurulmaksızın, tam tersine bu verilere kasden ters düşerek sürekli ihtilâf kaynakları oluşturmaları amacıyla çekildikleri için buralara huzûrun gelmesi imkânsız kılınmışdır.
Günümüzde bölge halklarının başlarına gelen felâketlerin hemen hepsi işte bunun ceremesidir!
Bana kalırsa bu konularla ilgilenenler, aktüel gelişmeleri de hiç arka plana itmeksizin işte bu kısaca tasvîr etmeğe çalışdığım gayyâ kuyusundan nasıl çıkabileceğimiz meselesine odaklanmalıdırlar. Bu arada, manzaranın bu fecî şekilde sürüp gitmesini kendi çıkarlarına hâlâ uygun gören “dost ve müttefik” (!) devletlerin yeni bir ketemperesine her an gelebilecekleri tehlikesini de aslâ akıldan çıkarmayarak.