Günlerdir halkın sabrını taşırmak için her türlü puştluğu denemeye başladılar.
Câmi kundaklamak, bayrağa hakâret vs....
Esâsında halk da umurlarında değil; asıl hedef AK Parti’nin yanlış bir adım atmasını sağlamak.
Daha bu başlangıç.
10 Ağustos’a kadar daha envâı türlü nâmussuzluğa tevessül edeceklerinden emîn olabilirsiniz.
Kimler mi?
Bu ülkenin doğrulup silkinmesindem en az 100 senedir ödü patlayanlar!
Hâricî bedhahlar ve onların dâhilî uzantıları olan şerefsizler gürûhu!
Ama Kader ağlarını örüyor.
“Târih penceresinden hâlinizi seyrediyorum. Suçluların telâşı içindesiniz!” demişdi İsmet Paşa bir başka bağlamda; ama bunlara da iyi uyar.
Zâten uysa da uymasa da (amk!)!!!
Aşağılık amaçları uğruna mâbedleri kundaklayıp tahrîb etmek zilletinden dahî çekinmeyen bu uğursuzları Cenâb-ı Allah o kahhâr ismiyle kahretsin, âmîn!!!
Hazır açılmışken; laf kıtlığında asma budamaya pek meraklı bir millet olduğumuz için günlerdir bir de “tarafsızlık” muhabbeti başlatmaya muvaffak (!) olduk.
Efendim, taraf tutuyormuşmuş da, yok tutmuyormuşmuş da, tutsa mıymış da, tutmasamıy mış da...
Muhterem Qârîlerim!
Gerek politoloji de gerekse düz mantık kurallarına göre zâten “tarafsızlık” da bir “taraf” değil midir?
Bir “politik tavır” değil midir?
O halde biz neyin münâkaşasını yapıyoruz?
Kaldı ki “tarafsızlık politikası”nı benimsemiş bir başkanın Türkiye gibi bir memleketde esâmîsi okunur mu ve Erdoğan gibi bir başkanın böyle bir rol üstlenebileceğine inanabilmek için “ahmak ötesi” bir “mertebe” sâhibi olmak gerekmez mi?
İlle de siyâsî mastürnasyon yapmak isteyenlere benin teklîfim; bunu bıraksınlar da meselâ Kılıçdaroğlu “başa geçince” (!) acabâ şu benim (söz temsîli) tapu meselesini, yâhut asker kaçaklığı problemini halleder mi konusu üzerinde îmâl-i fikreylesinler...
İki lakırdı da şu mâhut “başkanlık sistemi”ne dâir “icrâ etmek” istiyorum:
Ben bu sistemin Türk Toplumu için daha “kullanışlı” olduğu kanaatindeyim.
Evet, işte bilmemkaç yıldır parlamenter sistemle yönetildiğimiz ve buna alışkın olduğumuz argümanı sıkça ileri sürülüyor ama bir kere (evveliyâtını saymaz isek) 1920’den bu yana 95 yıldır bu sistemle yönetildiğimiz iddiası sugötürür bir hesab.
Çünki bunun 1945’e kadar olan bölümü “tek adam rejimi” idi. Parlamenrarizm onun üzerine bağlanmış kurdela gibi bir süs eşyâsı mâhiyeti taşıyordu.
1960-1970 arası ise aşağılık ve eli kanlı bir cunta rejiminden ibâretdi.
Etdi 35 sene!
Arda kalan 60 senenin 28 yılı da sıkıyönetimle geçdiğine nazaran geriye 38 yıl kalıyor.
Yâni 95 senenin 62 senesini eline yüzüne bulaştıran bir milletin, istirhâm ediyorum, şimdi parlamenter rejime “alışık” olduğu ileri sürülebilir mi?
Nesine alışmışsın, Birâder?
Sıkıyönetimine mi, cuntasına mı, işkencesine mi, sorgusuz suâlsiz adam alıp yol kenarına boğazlanmış cesedini fırlatmasına mı, nesine, nesine?
Ama aslını ararsak, şu olmuş bu olmuş beim için de hâiz-i ehemmiyet değil.
Çoğulcu demokratik hukuk devleti olsun da adı isterse hilâfet olsun...
Bakınız; İsveç, Norveç, Danimarka, İngiltere cumhûriyet bile değil kırallık...
Üstelik, doğru kurgulanınca başkanlık sistemi nasıl olsa tek adam diktası getiremez.
Getirse Fransa’da Amerika’da getirirdi.
Latin Amerika ülkelerinde getirmiş olması başkanlık sisteminin sakatlığından değil ora halklarının ve yöneticilerinin hatâlarından ileri gelmişdir.
Yâni demagojinin lüzûmu yok!