Birkaç gündür, deprem haberleri dinlemekten bir hâl olduk.. Ama, o haberlerden uzak kalmayı da istemedik. Çünkü anlatılanlar hepimizin hikayelerinden başkası değil..
Onlarca kat apartmanları diken ‘müteahhid’lerin, ‘teknik kontrol elemanları’nı bir yemeğe götürmekle veya ‘küçük’ bir ‘hediye’yle memnun edip ‘Uygundur..’ mühürlü resmî belgeleri elde etmeleri; deniz kumuyla hazırlanmış harçlarla, 1 cm. çapını geçmeyen nervürsüz demirlerle dikilen beton direkler ve kolonlar yükseltme çapaları, dev apartmanların alt katlarında pastahane, spor ve fitnes salonları için büyük alanlar açmak için, binanın alt katlarındaki kolonların kesilmesiyle binanın yükünü taşıyamaz hale gelen beton yığını yapılar..
Bunlar ülke çapında hep olagelen ‘müteahhidlik hikâyeleri’nden.. Malzemeden hırsızlık, çimentodan, demirden, kısaca her şeyden hırsızlık.. İnsan emeğinden, alınterinden..
Yanlış anlaşılmasın; hırsızlık yapmayan, gözünü kazanç hırsı bürümemiş, helâlinden kazanmayı hayatının temel ölçüsü yapan müteahhidlere saygı duymaktan başka nasıl bir duygu besleyebilirim?
Ama, şu yukarda çalakalem değindiğim konuların dışında; deprem dolayısiyle ekranlara yansıyan daha başka öyle proğramlar var ki..
***Hele bir kısım deprem uzmanlarının, ekrana çıkmışken veya mikrofonu ele geçirmişken, söyledikleri öyle iddialı lafları var ki, bilim adamlığından ziyade kasaba siyasetçilerinin basit vaadlerini hatırlatan cinsten… 2 Kasım akşamı, saat 23.45 sularında TRT Haber’de konuşan bir deprem uzmanı profesör, öyle iddialı laflar ediyordu ki, tulûat tiyatrosunda konuşuyor gibiydi.. ‘Şu-şu tedbirleri alırsak, 8-10 sene sonra biz, depremler karşısında güle oynaya dans edebiliriz’ diyordu, Prof. (…) bilmemkim.. Karşımda, muhalefet lideri konuşuyor zannettim, boşun boşu..
***Ekranlarda bol keseden konuşan bazıları da devamlı, Japonya depremlerinden örnekler veriyorlar.. Depreme karşı en geliştirilmiş yapı tekniklerine sahip olduğu söylenen Japonya’nın Kobe şehrinde Ocak-1995’de milyonluk meydana gelen ve Richter ölçeğiyle de 7,2 şiddetinde ve 7000 kadar insan can verdiği büyük depremi hatırlayan bile olmadı.. Ki, şehrin altyapı şebekesi tamamen çökmüş, gaz ve su şebekeleri kullanılmaz duruma gelmiş ve Japon yönetimi deprem bölgesine ancak 2 gün sonra ulaşabilmişti.
***Bir deprem profesörü de, kendi aralarında yapabilecekleri bir terim tartışmasını, milyonlara yansıtmayı büyük iş olarak görüyor olmalıydı ki, ‘depremin şiddetinden değil, büyüklüğünden bahsedilmeli..’ diye, dakikalar boyu yaptığı ‘akademik’ yorumlarla aklınca büyük bir buluş keşfediyordu.
İnsaf yahu dedim, halk depremin şiddeti ile büyüklüğü laflarından farklı şeyler mi anlıyor ki, konu bu kadar önemseniyor? Şahsen bu satırların sahibi de, depremin büyüklük ve şiddeti gibi tarifler arasında bir fark görmüyorum, halktan birisi olarak..
Günlerdir süren bütün bu konuşmaların içinde, kurtarma ekiplerinin cansiperane çalışmaları ve bir yavruyu canlı olarak kurtarabilmek için insan takatini aşan bir çırpınışla bütün enerjilerini harcayan bütün kurtarma ekiplerine teşekkürler ve minnetler..
Bir yavruyu canlı olarak çıkaran o insanların, vazifelerini Allah huzûrunda yerine getirmiş olmanın ümidi içinde ‘Allah’u Ekber!’ diye gözyaşı döküşleri, bizim değerler dünyamızın sonsuz zenginliklerindendir ki, materyalistlerin, laiklerin anlayamıyacakları bir durumdur bu..
Çok saygıdeğer deprem uzmanlarımız, ekranlarda afra- tafra satacacağız diye her şeyin cılkını bu kadar çıkarmayınız, lûtfen...
Gerçek bilim adamları ağırbaşlı ve haddini bilen kimseler olmak zorundadırlar. Hatırlayalım, büyük fizikçi, Albert Einstein, çok büyük fizik problemlerinden dolayı kendisini övgülere boğanlara demişti ki: ‘Size göre çok büyük ilmî araştırma ve denemeler yapıyorum.. Gerçekte ise, ben muazzam bir okyanusun kıyısında, eline aldığı taşı okyanusa fırlatan ve taşın oluşturduğu dairevî dalgalar arasındaki mesafeyi ölçmeye çalışan birisiyim..’
Evet, bu, mükevvenâta bir bütün olarak bakabilmek ferâsetidir.
Bizdeki profesör unvanlı akademisyenler de böyle alçakgönüllü, haddini bilen kimseler olamazlar mı? (Yarası olanlar gocunsun..)
***Şu deprem felâketinin toplumumuza sunduğu bir ibret sahneleri de oldu.
Çocuklarını kurtarmak için onların üzerine kapanan ve can veren anaları saygıyla anıyorum. Allah’u Teâlâ, o analara bu analık duygusunu vermeseydi, hayat nasıl devam ederdi? Bu duygu sadece insan nesline mahsus değildir; bütün canlıların analık duyguları da benzer ilâhî hikmetlerle donanmıştır.
Hele de, depremin üzerinden 65 saat ve de 91 saat geçmekteyken yıkıntıların arasında, onca soğuğa, susuzluğa, açlığa, yaralanmışlığa rağmen, yıkıntıların arasında sıkışıp kalmış 3 yaşındaki çocukların, yıkıntıların arasından, bir itfaiye erinin kendilerine uzanan başparmağına tutunmaları, ne müthiş sahnelerdi..
***Sahibsiz değiliz.. Başıboş da yaratılmamışızdır. Bütün mükevvenâtı, bütün yarattıklarını hep O gözetir. Takdir onun elindedir.
‘Allah nûr-us’semâvât-i ve-l’arz.. / (meâlen), Allah semâlârın, göklerin ve arzın nûrudur.) (Nûr Sûresi, 35. Âyet)
***