Büyük Çin Filozofu Konfüçyus (K’ung Fu-Tzu/Kung Usta, M.Ö. 551-479) pek çok vecîzesiyle anılan bir şahsiyet. Bunlardan biri şöyle:
“Bir ülkenin medeniyet seviyesini anlamak istersen müziğine kulak ver!”
Bana göre de sağlam kıstaslardan biridir bu. Bir ülkenin müziğini dinleyecek ve onu başka ülkelerin müzikleriyle mukaayese edecek ve ona göre de bir karar vereceksiniz. Ancak bunu yapabilmek için tabii o başka ülkelerin müziklerini de bilmeniz gerekir. Bunu bilmediğimiz takdirde mukaayese imkânınız olamaz. Öte yandan elinizde, daha doğrusu kulağınızda, hiç değilse kendi ülkenizin müziği var ki bu da bir mukaayese imkânı veriyor.
Bütün bunlardan bağımsız olarak uymanız gereken kural ise “kaabil-i mukaayese” yâni karşılaştırılması imkân dâiresinde bulunan müzikleri karşılaştırmak. Meselâ, Türk müziği ile Alman müziğini karşılaştırıyorum diye oturup Mozart’ın La Minör Keman Sonatı ile “Rakıyı da Şaraba Katamam, Aman” şarkısını karşılıklı değerlendirmeye yeltenirseniz yanlış olur. Bir tarafa Mozart’ı koydunuz mu öbür tarafa da mümkin mertebe onun çağdaşı ve onun o devir Avusturyası’nda yapdığı müziğe bir ölçüde denk gelebilecek bir Türk bestekârını almanız gerekir. Diyelim ki Rauf Yektâ Bey’i yâhut Dede Efendi’yi...
Müzik için doğru olan bu kural tabii diğer alanlar için de geçerlidir. Almanya’ya geçerek öğrenimime orada devâm etdiğim ilk yıllarda o sıralar geçici başkent olan Bonn’daki diplomatik çevrelerle yakın ilişkilerim vardı ve sık sık toplantılara, partilere dâvet edilirdim. Ara sıra katıldığım özel mâhiyetdeki sohbetlerde bâzı diplomat hanımlarının Alman kadınlarının giyinmeyi bilmedikleri yolunda görüşlere sıkça kulak misâfiri olmuşumdur. Önceleri hayretle karşıladığım bu kanaatin sebebini zamanla anlayabildim. Türk diplomat hanımları genellikle dil bilmedikleri için Alman kadınlarıyla aşağı yukarı yegâne temasları, evlerine gelen temizlikçi kadınlar vâsıtasıyla vukû buluyordu. Temizlikçi kadınlar ise, hele işe giderken, pek fazla şık giyinmediklerinden bu, bizim diplomatlarımızın eşleri nezdinde, Alman kadınları giyinmesini bilmiyor hâline geliyordu.
Sözü şöyle bağlayayım:
Türkiye’yi, diyelim ki, Sûdan’la mukaayese ederseniz parlak, ama Almanya’yla ederseniz muhtemelen daha az parlak bir sonuca varırsınız. Ama her iki sonuç da aldatıcıdır. Doğru olan Türkiye’yi İtalya ile mukaayese etmekdir sanıyorum.
Böylece yersiz övüngenlik yâhut ezikliklerden korunmuş oluruz.
Bir hatırlatayım dedim.
“Yazmak” üzerine yazı
Değerli meslekdaşım Yusuf Ziyâ Cömert bir vesîle ile “Türkçede hamur açmaya da‘yazmak’ denir.” yazmış.
Genellikle pek bilinmez ama Türkçede bir “y-z değişimi” vardır. Yâni Y’ler bâzen Z’ye tahavvül eder. Meselâ “yaz” kelimesinin aslı “yay”dır. Nitekim “yayla(k)” yâni yazları gidilen yer kelimesinde öyle kalmışdır ama “yay” kelimesinde değişmişdir.
Yusuf Ziyâ Bey’in bahsetdiği “yazmak” da öyle. “Yaymak”dan “yazmak” olmuş belli ki.
Yâni normal olarak “hamur yaymak” yerine kullanılıyor. Anlayabildiğim kadarıyla bölgesel...
Bana biraz mâlûmatfüruşluk fırsatı verdiği için Sayın Meslekdaşıma teşekkür ederim!
Bayılırım ukalâlığa çünki...