Savaş, ona katılanlar açısından adeta kutsaldı. Kutsandı da. Militarizmin, şovenizmin kaynayan bir kazan içinde eridiğine tanık olundu. Kısa zamanda büyük zaferler kazanılacağına ilişkin beklentiler, bütün başkentlerde geniş yığınlara vaat edilen en önemli şeydi. Savaşa güle oynaya katılanlar, eğer sağ kalabildilerse, ruhlarını kaybederek geri döndüler.
Daha savaştan yıllar önce Alman genelkurmayı bir savaş plânı hazırlamıştı bile. Bu plânın birkaç temel ilkesi vardı. İlk ilke, Alman ordusunun asla iki cephede birden aynı anda savaşmaması gereğiydi. Somut olarak yazarsam; Almanya, hem Fransa sınırında batıda, hem de aynı zamanda doğuda, Rus sınırında savaşmayacaktı. Bunu tek tek ve sırasıyla yapacaktı; önce Fransa’ya saldıracak, onu altı hafta içinde yenecek, Paris’i alacaktı. Neden altı hafta diye soracak olursanız; çünkü Berlin, Rusya’nın ordusunu en erken altı hafta içinde seferber hale sokup, onu Alman ve Avusturya-Macaristan sınırına kadar getirebileceğini hesaplamıştı. Almanya’nın aksine Rusya’nın ulaşım alt yapısı gelişmemişti çünkü. Rus ordusu sınıra varıncaya kadar batı cephesinde işini bitiren Alman ordusunun, gelişmiş Alman demiryolu sistemiyle doğuya kaydırılması gerekiyordu. İkinci altı haftada da Rusya dize getirilecekti. Almanya’nın savaşı kazanması, yıldırım hızına bağlıydı.
Almanya için kötü senaryo
Eğer bu plân tutmazsa, Alman kurmaylarına göre, Almanya’nın savaşı kaybetmesi sadece zamana kalırdı. Çünkü, İngiltere ile Fransa, geniş sömürgelerinden bitmez tükenmez kaynak bulabilirdi. Hammadde ve gıda kaynaklarına erişimi çok yüksekti. Oralardan asker de devşirebilirdi. Oysa Almanya’nın böylesine bir imkânı bulunmuyordu. Berlin, elindeki stoklarla idare etmek zorundaydı. Dışarıdan lojistik destek sağlaması adeta imkânsızdı. İngiliz ve Fransız donanmaları, gerek Kuzey Buz denizinde, gerekse Akdeniz’de Alman lojistik ulaşımını rahatça engelleyebilirdi. Dahası, Almanya ile Avusturya-Macaristan’ı aç bırakabilirdi. Onların donanma gücü, hatta denizaltıları bile, bu ambargoyu delmeye yetmezdi. Bu bakımdan savaşın uzaması Almanya açısından ölümcüldü.
Almanya zarını atıyor
Suikasttan hemen sonra kendisine uzatılan ültimatomun bir maddesini reddettiği için Avusturya-Macaristan, derhal Sırbistan’a saldırdı; Rusya, söz verdiği küçük Sırbistan’ın yardımına koşmak için seferberlik ilân etti. Berlin açısından kum saati akmaya başlamıştı; işte tam o anda... Rusya’nın bu kararını geri alması için epey çaba harcandı, fakat Moskova kararlıydı. Berlin, seferberlikle birlikte Rusya’ya savaş ilân etti. Elini çabuk tutmalıydı çünkü. Sonra birer gün arayla da İngiltere ile Fransa’ya. Alman ordusu, bütün gücüyle Fransa’ya yüklendi. Belçika ve Lüksemburg üzerinden de Fransa’ya girdi. Paris’e bayağı da yaklaştı; fakat Marne’da durduruldu. Sonra burayı da geçmek için çok gayret etti, ama başaramadı. Verdün ve Somme önlerinde de aynı şey başına gelecektir.
Batı cephesinde yeni bir şey yok
Birçoğumuz Erick Maria Remarque’ın ünlü ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ romanını herhalde hatırlayacaktır. Filmi de çekildi. Alman gençlerinin, okullarından ayrılarak, nasıl büyük bir heves, kahramanlık, onur ve erkeklik duygusuyla, kendilerine yönelik savaş propagandasından etkilenerek, kolay bir zafer için ülkeleri, vatanları uğruna cepheye gönüllü olarak gittiklerini ve cephede yaşadıklarını, tek tek nasıl öldüklerini anlatan bu romanın son satırlarında kahramanımız ‘sükûnet’ içindeki cephede vurularak öldüğünde, resmî tebliğin bu soğuk satırlarını, romanına isim olarak almıştı.
Alman ordusu büyük bir telâşla doğuya dönmek zorunda kaldı. Çünkü, Ruslar, onları şaşırtarak, seferberliklerini çok daha kısa sürede tamamlayabilmişler ve saldırıya geçmişlerdi bile. Önce Avusturya-Macaristan’a saldırdılar ve onları geriletmeye başladılar; ardından Viyana Berlin’i yardıma çağırdı. Alman ordusunun en az yarısı, ordu batı cephesinde daha işini bitirmeden, bitiremeden, ne zaman bitirebileceği de belli olmadan, dahası bitirip bitiremeyeceği de belirsiz iken, doğu cephesine gönderildi. Yine de bütün gücüyle saldırdı ve Rusları geriletti. Ama onlar da sonunda Almanları durdurmayı başardılar. Alman ordusu iki cephede birden çıkmaza girmişti artık. Noel gelmiş, geçiyordu. Muhteşem ve hızlı zafer fikri, siperlerde erimişti denilebilir.
Ölümü açlıktan öldüren siper
Uzun yıllar sonra Nâzım Hikmet, harbi umumînin siperlerini, şiirinde işte böyle tasvir edecektir. Orduların karşılıklı olarak eskisi gibi ayakta durmasına imkân tanımayan yüksek ateş gücü, askerlerin siper kazmasana ve içlerine girmesine neden olmuştu. Bu, savaş tarihinin yepyeni bir gelişmesiydi. Her iki tarafın orduları da kilometrelerce uzayan, adam boyunu çok aşan, içinde bir atın geçmesine imkân sağlayacak kadar geniş tutulan çukurların, siperlerin içine yerleştiler. Siperler tek bir hattan ibaret de değildi. Asla. Bir siperin gerisinde yeni bir siper daha vardı. Ardından biri daha… Siperlerin araları da küçük patikalarla birbirine bağlanmıştı. İstihbarat toplamak amacıyla uçmaya başlayan uçaklar, yukarıdan baktıklarında ya da fotoğraf çektiklerinde, aralarında iki kilometreye kadar uzaklık olan, ama pek çok yerde çok daha yakın olan, karşılıklı siperleri görebiliyordu. Bunlar daha çok bir labirenti andırıyordu. Askerlerin yollarını kaybetmeleri için, yol tabelaları bile vardı. Olmak zorundaydı.
Siperler, askerleri yoğun ve ölümcül ateşten bir ölçüde koruyordu. Topçu ateşinin yarattığı tahribattan korunmak için siperler içinde toprak altına açılan mağaralarda saklanmak gerekiyordu. Bu yerlerin üstü, dayanıklı kalın kalaslar ve toprak yığınıyla kaplanmıştı. Ağır topçu ateşinde bile dayanıklıydı. Daha doğrusu öyle olması umuluyordu.
Saldırı ve sonrası…
Pek çok cephede gençler kendilerinden beklenen cesareti ve fedakârlığı göstermekte hiç tereddüt etmediler. Saldırı anından önce başlayan ağır topçu ateşinin karşı siperlerde yeterli tahribatı yarattığını ümit ederek beklediler. Saatler süren cehennemî ateşin karşı hatları yumuşattığına kanaat getirildiği anda, siperlerin içinden doğruldular ve subaylardan gelen düdük sesleriyle ve emirlerle birlikte, merdivenlere tırmanarak siperden çıkmaya başladılar. Siperlerin birbirine yakın olduğu yerlerde daha o sırada vurulmaya başlamışlardı bile. Sonra on binlerce genç, karşı sipere doğru koşmaya başlıyordu. Bu koşu sırasında en azından bir noktaya kadar kendi topçu ateşinin koruması altındaydı; ama sonra, dost ateşinden korunmak için, kendi topçusu ateşi kesiyordu. Artık düz arazide yalnız kalıyorlardı. Bu sırada karşı siperlerde toprak altındaki sığınaklarından çıkan ve yeniden allak bullak olmuş siper hattına giren askerlerin ateşinden önce, karşı ordunun topçu ateşi ile karşılaşıyorlardı.
Bütün araziyi hiçbir boş yer kalmayacak şekilde ateş altında tutacak yönde önceden ayarlanmış topçu ateşi altında ilerlemeye devam ediyorlardı. Düşenler düşüyor, kalanlar koşmaya devam ediyordu. En sonunda karşı siperin önüne yaklaşıldığında, bu kez de siperde konuşlanmış olan makinalı tüfekler ve sık piyade ateşine, el bombaları eşlik ediyordu. Siperin önündeki kum torbalarının gerisine gizlenmiş makinalı tüfek yuvalarından her saniye çıkan binlerce mermi, ayakta, saldıran ve korunma imkânı bulunmayan gençleri biçiyordu. Arkadan gelenler, önden gidip de biçilmiş olan arkadaşlarının cesetlerinin ya da yaralı vücutlarının üzerinden ilerlemek zorundaydılar. İlk hat siperlerine varabilenler, ki pek azdılar, genellikle siper önünde ya da içinde boğaz boğaza bir vuruşmanın ardından ölüyorlardı. İlk hat siperinin ele geçirilmesi bile yeterli değildi; arkadan gelen takviyeler, neredeyse erimiş taarruz birliklerini kolayca bertaraf edebiliyorlardı. Yarım saat ya da biraz daha fazla süren saldırının ardından âkıbet genellikle geriye çekilmek oluyordu. Emir gelmeden geriye dönen askerleri bekleyen âkıbet ise, kendi subayları tarafından vurulmaktı! Önde de olsanız, arkada da olsanız, ölüm pek yakındı.
Siper hayatı
Siperler arasındaki alan cesetlerle ve yaralılarla dolu olurdu. Eğer kısa bir süre savaşa mola verilip de, karşılıklı olarak cesetler ve yaralılar toplanmazsa, hiç kimsenin yaralılarla ilgilenmesine imkân olmazdı. Yaralıların inlemeleri ve yardım sesleri, saatlerce, hatta günlerce duyulabilirdi. Belki de bir askerin ailesine yazdığı gibi, ilk ölenler en şanslı olanlardı!
Siperde yaşam korkunçtu. Cesetlere üşüşen farelerle ve sineklerle geçen yıllar. Uzun kışın soğuğundan kurtulurken, yazın kahredici güneşin altında kalmak. Mümkün olan her anda yorgunluktan uyumaya çalışmak; şansı olanların sıcak bir yemek bulabilmesi; biraz önce sohbet ettiği arkadaşının parçalanmış cesedinin üzerinde oturarak konservesini bitirmeye çalışması; hastalıktan ölme ihtimalinin kurşun ya da şarapnelle ölme ihtimalinden fazla oluşu; sağlıklı yeni gelen askerin bile sadece birkaç hafta içinde iskelete dönmeye başlaması; işte bütün bunlar, karşılıklı siperlerde dört yıl boyunca birbirlerini ezmeye çalışan gençlerin yaşadıklarıydı. Siperden sağ çıkabilenler de, hayatlarının geri kalan kısmında ruhlarını yitirmiş olarak ayakta kalabileceklerdi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, savaşa katılmak adeta bir kahramanlık destanı yazmakla eşdeğer görüldü. Ancak savaşın acımasız yüzü,hayatta kalabilenler için büyük travmaların da başlangıcı olacaktı.