Baz Luhrmann’ın “Muhteşem Gatsby” uyarlaması John F. Fitzgerald romanının neden bir klasik olduğunu kanıtlıyor: Öncelikle hayatta her şeyin bir hayale (bir aşka, bir kimliğe) tutunmak uğruna yapıldığı temasını, etkileyici karakterler aracılığıyla tarihte dönüm noktası olan bir dönemi yansıtacak şekilde ele alabildiği için. Her gün karşılaştığımız bir gerçeklik olduğu halde bir türlü anlamlandıramadığımız ‘suç ve kabahat işlemeyi göze alarak servet ve güç elde etme hırsını’ da bu vesileyle somutlaştırıyor gözlerimizin önünde.
Bu açıdan bakınca sınıf atlamak girişilen bu çabanın yanlış yöntemlere başvurulsa da daha masumane olduğunu da gösteriyor... “Doğuştan gelen” hak, ayrıcalık ve servete tutunarak aristokrasiyi sürdürmek için toplumsal skalada tırmananları eleyerek her daim kalburüstünde kalanların yanında!
“Muhteşem Gatsby” yirmili yıllarda, ABD ekonomisinin paradan para kazanmanın yolunu bulduğu ve kontrolsüz zenginleşmenin tadını çıkardığı dönemin ruhunu ve simgesi olan New York kentinin ambiyansını otantik biçimde yansıtabildiği için de bir klasik. Hakiki ve kalıcı üretim yerine lüks tüketime yönelik bir servet birikiminin savurgan eğlencelikleri öne çıkardığı benzer bir sosyal patlamanın yaşandığı her yerde ve dönemde geçebilecek bir öykü anlatıyor. İçki yasağı konmasının nasıl stratejik bir hata olduğunu, kaçak üretim yüzünden içkinin ucuzladığı ve daha çok tüketildiğini, gangsterlerin bu sayede nasıl düzene egemen olduğunu ve gizli saklı kulüplerde eğlence hayatının da yozlaştığını gözler önüne seriyor.
***
Buz Luhrmann’ın flamboyant tarzı bugün içinde bulunduğumuz küresel kriz öncesinin partileme çılgınlığı ve clubbing akımını, trend ve marka takıntısıyla aşırı tüketimi getiriyor hemen aklımıza. Baz Luhrmann yirmili yılların bazı ikonik imgelerini (saksofon çalan Afrikalı Amerikalı, Josephine Baker, Marlene Dietrich, vs.) kullanarak döneme referans yapıyor ama günümüzün fütursuz kutlamalarını esas alıyor. Caz ve swing çağında hip hop müziğini kullanmaktan çekinmiyor. Bu tercih bir uyumsuzluk yaratmaktan ziyade bir köprü kuruyor filmle bugünün gerçekliği arasında. Şatosunda verdiği şatafatlı partileri Fransız Devrimi öncesi Versailles sefalarına da benzetebiliriz, o denli zaman ötesi...
Baz Luhrmann Cannes’da üç boyutlu izlediğimiz filmin ilk bölümünde çok hareketli bir kamera kullanımıyla filmi nehir gibi akıtıyor. Daha çok bir aksiyon filmlerinde karşılaşabileceğimiz uçan kamera, zoom in, zoom out art arda zarif ama tuhaf biçimde bir masal atmosferi yaratıyor. Fitzgerald’ın alter egosu olan Nick Carraway’in anlatıcı olması da filmin bir peri masalı olarak anlatısını pekiştiriyor. Lapa lapa kar yağarken terapistinin önerisi üzerine yaşadıklarını yazmaya başlayan Nick, bize hazin bir masal anlatıyor. Gatsby’nin karşı kıyıdaki deniz fenerini mitolojideki yeşil ışın misali gözlemesi de romanda bulunan epik dokudan kaynaklı. Fitzgerald’ın filmde de yer verilen deyişiyle Gatsby’nin partileri “kaleydoskopik karnaval”a benziyor. Öte yandan bu deyim filmi de pekala tanımlamaya yeterli olabilir!
Baz Luhrmann’ın filmdeki başlıca sorunu tıpkı Gatsby gibi ihtişamda kendini frenleyememesi. Bu da filmin tepeden tırnağa çok abartılı olmasını, dolayısıyla bir yeni zenginin partileri misali fazla savurgan ve görgü yoksunu bir prodüksiyon olarak değerlendirilmesi sonucunu ortaya çıkarıyor. Filmin prodüksiyon tasarımı kostümlerden çiçeklere dek o kadar göz alıyor ki filmin bazı önemli ögelerini perdeliyor: Her birinin bir zamanlar ne kadar masum olduğunu, şık giysiler içindeki bedenleri yozlaşmayı vurgularken kaybettikleri masumiyetin yüzlerinden okunduğu oyuncular seçme ve yönetmedeki başarısını örneğin.