Bu gün, Pazar Hasbihali'ni erteleyip, onun yerine, Ramazan Bayramı sabahından bazı kesitler etrafında konuşalım.
Geçen bayramlarda Süleymaniye ve özellikle Fâtih Câmilerindeki bayram namazlarından sonra, bu camilerin iç avluları ve çevrelerinin, farklı coğrafyalardan gelen Müslümanların bayramlaşma yerleri olmasını temaşâ etmenin verdiği manevî hazz dolayısıyla, bu câmiler tercih sebebi olabiliyordu. Ama Tayyib Bey'in, Bayram Namazı'nı Ayasofya'da kılacağını açıklaması sanıyorum, ayrı bir hava oluşturmuştu.
Nitekim 21 Nisan Cuma sabahı, saat 06.00 civarında İstanbul'un çevresinden Ayasofya'ya doğru bir insan selinin aktığı görülüyor ve gelen tramvaylar tıklım tıklım insan taşıyordu. (Çünkü o mıntıkadan sadece tramvaylar geçiyor.)
Ayasofya - Sultan Ahmed Meydanı'na varıldığında, Ayasofya'ya girmenin artık mümkün olmadığı bir yanda, o meydanda da on binlerin toplandığı görülüyor ve yer bulmak imkânsız hâle geliyor ve Endonezya ve Malezya'dan, Orta Asya ve Hind, Bangladeş ve Pakistan, İran ve Balkan ve de Afrika halklarından, her ırktan, her renkten ve kadınlı-erkekli ve yanlarında çocukları olan on binler, (on binler diyorsam, rahatlıkla 50 bini çok çok aşan bir muazzam kitle..) mahallî bayram kıyafetleriyle, aynı inanç potasında eriyip bütünleşmiş olmanın hazzı ve heyecanı içinde, bayram namazı için orada idiler. Bayram namazı edâ edildikten sonra, 350 yıl öncelerde Mustafa Itrî Efendi'nin bestelemiş olduğu o mehâbetli 'tekbir'i ve arkasından Salât- Ummîye'yi hep birlikte okuyan on binler birbirleriyle bayramlaşıyorlardı. Gerçekten de görülmeye değer bir manzaraydı. İslâm Milleti'nden, İbrahîm Milleti'nden olmanın sevinci, insanların birbirlerine bakışından, gözlerinden okunuyordu.
O zaman, hatırıma, ünlü 35 yıl öncelerde vefat eden merhûm Ali Yâqûb Cenkçiler Hoca geldi. (Arnavutluk'ta, Enver Hoca liderliğindeki komünistlere mağlub olup, ülkelerini terk eden Müslüman savaşçılardan birisi olarak), Ali Yâqub Hoca, Adriyatik kıyılarında bulduğu bir kayıkla önce Yunan adalarına ve oradan da Mısır'a giden ve orada yaklaşık 20 yıl kadar yaşadıktan sonra, hiç Türkçe bilmediği halde İstanbul'a gelişini anlatır ve 'Evlâdım, türkçe bilmesem bile, bu şehirde hiç yabancılık çekmemiştim. Çünkü o haliyle bile İstanbul, fiilen İslâm dünyasının başkenti havasını yansıtıyordu. Her kavimden, her renk ve dinden milyonların yaşadığı bu şehrin kültürü, bütün bu farklılıkları kendi potasında eritip bütünleştirmiş gibiydi.' derdi.
21 Nisan Cuma sabahı Ayasofya Meydanı'nda sergilenen muhteşem tablo, evet, tam da İstanbul'a yakışan bir manzara idi. Nice uzak Müslüman coğrafyalarında, insanlara, 'ülke adını söyleyip, haritadaki yerini gösterebilir misiniz'?' diye sorulan yerli gençler, atlastaki yeri işaretlemekte zorlanırken, İstanbul denilince, o insanların İstanbul sözüne ayrı bir heyecanla yaklaştıklarını yaşamış olanlar bilir. Çünkü 'İstanbul' isminde, İslâm Milleti'nin asırlarca süren şevketi, gücü, dirayeti ve de nice ağır yenilgilerin, faciaların hezimetlerin acısı vardı.
Böyle muhteşem bir inanç toplantısını görünce hatırlamadan geçilemeyecek ikinci bir ünlü isim de, Hind Müslümanlarının son yıldaki büyük ârif, mütefekkir ve şairlerinden olan Muhammed İqbâl idi.
Çünkü Muhammed İqbâl de, 'Biz, İslâm Milleti olarak, Tevhîd Gülistanı'nda çeşitli renklerde açan güller ve çeşitli seslerle şakıyan bülbüller hükmündeyiz. Ey Müslüman, Allah sana bu Tevhid Gülzârı'ndaki sana, İslâm Milleti, İbrahîm Milleti ismini verdi, sen ise, bunlardan çeşitli kavim adlarıyla yüzlerce millet uydurdun.' diyordu, 90 yıl öncelerde.
Evet, tam da bu günleri yansıtmıyor mu merhûm Muhammed İqbâl'in sözleri.
Biz İslam Milleti olarak, bir takım kavimlerin, etnik unsurların ismini esas alan sosyal yapılanma ve devlet kuruluşlarına asırlarca yabancı kalmıştık. Çünkü Hz. Peygamber (S), kendi kavmi içinden nice Ebû Leheb'lere karşı çetin mücadeleler verirken; yanında, Yemen'den Ebu Zerr, İran'dan Selman, Anadolu'dan Suheyb ve Habeş'ten kalbi pırıl pırıl olan bir siyahî İslam büyüğü olan Bilâl bulunuyordu. Ve amma, bir gün sahabeden birisinin, Hz. Bilal'e, 'siyah kadının çocuğu.' gibi bir yakıştırmayla hitab ettiğini öğrenen Yüce Resul'ün, o zâtı, 'Ey, filan...Sende hâlâ Câhiliyet kalıntıları görüyüm, beynini o câhilî düşüncelerden temizle!' meâlinde ikaz edişi, bize bugün de şifâ kaynağını işaret etmiyor mu?
Ama bugün, hemen her Müslüman toplumuna ârız olan bir çocukluk hastalığı veya kabilecilik anlayışı diye nitelenebilecek bir sosyal hastalığın ârız olduğu ortadadır. 'Bizim ırkımız, bizim kavmimiz, bizim soyumuz, rengimiz, sülâlemiz, sizinkinden üstündür; biz ancak idare etmek için varız, size düşen vazife, bize hizmet etmektir' gibi kendileri dışındakileri dışlayan, aşağılayan ilkel anlayışlardan kurtulmak, bu ümmetin elindedir.
Yeter ki, aynı 'iman potası'nda eriyip, bütünleşmiş bir İbrahim Milleti'nden olmanın şuûruna bağlanalım.
Aslında, ferd ferd Müslümanlar olarak bir araya geldiğimizde, aramızdaki ayrılıklar kayboluveriyor. Ama bir takım kavmî, etnik, coğrafyacı, vatancı, soy-sop üstünlüğü veya sosyal konum ve çevre düşkünlüğü anlayışlarının çengeline takılmaların ortaya çıkardığı aykırılıklar ve bunların bir takım rejimler veya devletlerin kendilerini kutsamak adına yükselttiği anlayışlarla birbirimizden uzak durmaktayız. Bu olumsuz ve sakil durumdan kurtulmak için, iki milyara yakın büyük ve amma başsız bir kalabalık değil, şuûrlu ve yekvücud bir İbrahîm Milleti olmanın şuûruna ermeye, mecbur değil, mahkûmuz.