“Benim mührü kaybettiğimi vatandaş duysa benimle eğlenirler. Vatandaşı geçtik de siyasetçisi, amiri, memur demez mi cebindeki mühre sahip olamayan adama köy emanet edilir mi? Nerede kaldı muhtarlığın değil de nerede kaldı adamlığın demezler mi?”
“Mühür kimdeyse Süleyman odur.” denilmiştir.
Boş bir laf değil.
Babam kendimi bildim bileli muhtardır. Muhtarlığın alameti de makam, mansıp değil mühürdür. Babam mührünü taşımak için bir de kılıf yaptırmış idi. Mührü ve ıstampası yanında olurdu. Mührü lâzım oldukça çıkarır oracıkta hallederdi vatandaşın işini. Bazı muhtarlar, “...ille de muhtarlığa gel.” derler. Vatandaşı yorarlar. Halbuki sende bir tek mühür var o da cepte gezer. Bas gitsin vatandaşın evrakına. Gerçi şimdilerde mühür basılacak evrak da kalmadı ama muhtar demek biraz da mühür demektir malum...
Bizim cumartesi sabahları bir adetimiz var idi. Torun tombalak kim varsa cumartesi sabah babamın yanına giderdik. Gelinler, kızlar, oğullar, damatlar derken halı sahaya iki takım çıkaracak kadar birikmiş olurduk. Allah ne verdiyse yenilir, içilir. Babam eski günlerden, muhtarlık anılarından ve dedesinden dinlediği kıtlık, kıran, seferberlik hikayelerinden anlatırdı. Biz de dinlerdik.
O hafta da geleneğimizi devam ettirdik. Yemek yenildi torun tosun dedesinin etrafına toplantı. Biz de uygun bir köşeye oturduk. Babam ilk muhtar seçiminde üç oy farkla kazandığını anlatmaya başladı. Laf döndü dolaştı mühre geldi. Babam elini cebine attı. İşte bu mühür diye mührü eline alıp göstermek istedi ama mührü bulamadı. Arandı sağını solunu yokladı. Gittikçe telaşlanarak aradı da aradı. Biz de ayaklandık. Başladık mührü aramaya. Büyük bir şey olsa rahat aranır da cücük kadar bir şey mühür dediğin. Gelinler, kızlar arıyor. “Acaba yemek yediğimiz dut ağacının altına mı düştü?” dedik. Orayı aradık taradık yok. “Abdest alırken mi düştü?” dedik. Abdest alma güzergahına baktık yok. Babamın şekerleme yaptığı bahçedeki minderlerin yastıkların aralarına baktık yok. Aramaktan yorgun düştük desem yeridir. Babam da yorgun düştü. Dut ağacının altına çöktü kaldı. Bir yandan da söyleniyordu. “Ben dört dönemdir muhtarım. Daha evvel hiç başıma gelmediydi. Mührü kaybetmek nasıl bir rezilce iştir? Ben herhalde yaşlandım artık.”
Hani bilgisayarda arama yapılır istenen bulunamayınca bir başka menü açılır da detaylı arama yapmak ister misiniz denir ya. Babam dut ağacının altında otururken biz de detaylı aramaya başladık. En çok da annem telaşlanıyordu. “Babanız mührü bulana kadar kendini yer bitirir. Beni de perişan eder. Ah bir bulsak şu illetli mührü” diyordu. Ben “illetli mühür” lafına gülerken annem söylenmeye devam ediyordu.
Evi detaylı arayınca üç çift terlik, yedi çift çorap, modası geçmiş üç kravat, pili bitmiş bir radyo ve epeyce bozuk para çıktı. Bunlar ortaya çıktıkça annem mahcup oluyordu. “Ben nasıl pasaklı bir kadınmışım ki evin her yerinden eski eşya fışkırıyor.” diyordu. Ama ortamı geren annemin hayıflanmaları değil babamın naralar atarak dolaşmasıydı. “Benim mührü kaybettiğimi vatandaş duysa benimle eğlenirler. Vatandaşı geçtik de siyasetçisi, amiri, memur demez mi cebindeki mühre sahip olamayan adama köy emanet edilir mi? Nerede kaldı muhtarlığın değil de nerede kaldı adamlığın demezler mi?”
“Mühür evde değil de yolda düşmüştür.” diyerek dışarıya arama kurtarma ekibi gibi ikişerli gruplar gönderdik. Ne aradıklarını soran olursa, “Gözlüğün camı düşmüş onu arıyoruz” diyecekti ekipler. Mührü kaybettiğimizi kimse duymayacaktı.
Sonra ekipler bir bir döndüler. Mühür yoktu. Babam yeni çareler düşünmeye başladı. “İl özel idaresine gider durumu haber ederim. Başıma böyle bir iş geldi derim. Sonra gazetelere kayıp ilanı vermek gerekir mi acaba...?” Babam plan yaparken acıktı. Biz de aramaktan yorulup sağa sola yığılmış idik. Annem sofra kurdu, aş çıkardı, diz kırıp sofraya oturduk. Bir iki lokma almışken babam sıçradı kalktı. Malum yer sofrasında yiyoruz. Sofranın altına bir de genişçe bez seriliyor un ufak dökülmesin diye. Babama göre mühür sofranın altına serilen bu örtünün içine düşmüştü. Örtünün içindekileri de çöpe silkeleniyor. “Mühür çöpte” diye haykırdı babam. Biz kağıt toplayıcılar gibi hırsla çöpü karıştırmaya doğru koşarken annem arkamızdan bağırdı. “Delirdiniz mi millet ne der? Akşama kadar bekleyin. Karanlık olunca çöpü deşelersiniz” Babam meraktan çatlayacak. Akşamı zor etti. Hava kararınca toplu halde çöpe gittik. Elimizde fenerler ile aradık taradık. Yahu çöp bu kadar kötü kokar mıymış? Burnumuzun direği kırılarak aradık, taradık sonunda yorgun düştük. Kös kös eve döndük. Sırayla duşa girdik. Kokudan arınalım istedik.
İlk ben girdim. Duşta sabunun konulduğu yer vardır malum. Oraya elimi attım elime şıkır şıkır bir şey değdi. Yahu bu nedir dememe kalmadı baktım ki mühür. “Buldum buldum” diye dışarı fırlamışım. Allahtan üzerimde beni utandırmayacak kadar esvap vardı. O halimle koşa koşa babama vardım. Normalde babamın karşısına gömlek düğmesi açıkken bile çıkmış adam değilim ama mührün hatrına... Babam aferin diye boynuma sarıldı. Mühür bulundu ev rahata erdi. Ama bu mührün orada ne işi vardı? Kısa bir soruşturma sonunda anlaşıldı ki babam abdest için ceketi çıkardığında çocuklar mührü almışlar muhtarcılık oynuyoruz diyerek mühürle oynamışlar. Sonra da “...mühür kapkara onu yıkayalım.” demişler yıkamışlar ve sabunluğa koymuşlar. Biz çocuklara kızacak olduk. Ama babam engel oldu. “Başka şey oynasalar neyse de bu yavrular muhtarcılık oynamışlar. Tam benim torunum bu yavrular. Dedesi muhtar olanın oyunu da muhtarcılık olacak karışmayın yavrularıma.” dedi. Gülüştük epey bir zaman...