Yükseköğretimin bütününde çok büyük sorunlar var, mühendislik fakülteleri de bu sorunlardan, krizden nasibini fazlasıyla alıyorlar.
Yazıma kriz tanımı yaparak başlamakta fayda olabilir: Kriz, kurumların, kişilerin, ülkelerin değişen koşullara uyum sağlayamamasıdır, bu tanımı bir kenara yazalım.
Türkiye’nin en eski, en köklü mühendislik fakültelerinin mezunları arasında yapılan araştırmalar mühendislik diploması sahiplerinin yüzde doksanı aşan oranlarda mühendislik yapmadıkları, masa başı görevleri tercih ettikleri yönünde.
Daha yeni kurulmuş, mezunlarına mühendis olarak büyük taleplerin oluşmadığı fakültelerde bu oran daha da yüksektir.
Mühendislerin bu “masa başı iş” yapma merakı aslında sadece bir tercih de değil, 21. Yüzyılda mühendislik mesleğinin alanı geleneksel dallar için daralıyor, yeni dalların mezunlarına da talep çok elitist bir talep var, bu dallarda istihdam öyle kitlesel bir istihdam değil.
İmalat sanayinin milli gelir içindeki payı dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde azalıyor, bu azalmaya paralel olarak da geleneksel dallarda, makina, elektrik, kimya, metalürji, maden, vs mühendisliklerine talep çok düşüyor.
Çok yeni dallarda da, genetik mühendisliği gibi, fakülte dolusu mühendise zaten ihtiyaç yok ve olmayacak, bu dallara talep çok kısıtlı ama aynı ölçüde de seçkinci, mükemmeliyetçi olacak, bu çekirdek küresel talebi de Harvard, MIT gibi üniversiteler zaten karşılayacak.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım manzaraya aklı başında bir mühendisin itirazının olacağını zannetmiyorum.
Gelelim kriz tanımına; mühendislik talep ve arz koşulları böyle değişirken mühendislik fakültelerinin müfredatının, diploma tanımlarının, eğitim süresinin değişmemesi büyük sıkıntı, isterseniz kriz de diyebilirsiniz, çıkarıyor.
Dört senelik mühendislik ders programları, İTÜ, ODTÜ programlarını bir düşünün, çok ağır programlar, ama bu programlar, mühendislik fakültelerinin hoca kompozisyonu, laboratuvar harcamaları hep sanki tüm mezunlar, hadi diyelim yüzde sekseni, doksanı üzerlerine tulumu giyip üretim süreçlerinde çalışacaklarmış, yeni makinalar üreteceklermiş, geliştireceklermiş gibi düzenleniyorlar.
Bu mezunların sadece yüzde beşi ile onu arası mühendislik mesleğinin özüne uygun işler yapıyorlar ise, yüzde doksanı ile doksan beşi arası masa başı işler, pazarlama müdürlükleri, finans müdürlükleri gibi görevler yapıyorlarsa mevcut müfredat ve mühendislik fakülteleri örgütlenme biçimlerinin, o çok pahalı laboratuvarlarınne kadar anlamsız olduğu, ne büyük bir israfa, zaman kaybına tekabül ettikleri ortada herhalde.
Mevcut sistemin yanlış olduğu ortada zira artık bundan sonra mühendislik fakülteleri mezunları artan oranlarda tulum giymeyen işler yapacaklar ve mühendislik fakültelerinin de bu duruma göre yeniden yapılanması şart.
Peki ne yapmak lazım?
Benim görüşüm, mühendislik öğretimimin de, başka dallarda da 3+2 sisteminde sürdürülmesi.
Bugün mühendisliklerden bahsediyoruz, lise sonrası öğrenci üç sene, adına temel doğa bilimlerine giriş diyebilirsiniz, temel mühendislik eğitim diyebilirsiniz, uzmanlaşmadan temel mühendislik bilgileri alır, bu çocuklardan isteyenler ise, sayıları da çok olmaz, önemli bir seleksiyondan geçerler, +2’ye devam ederek branş yüksek mühendislik diploması alırlar.
3 senelik temel mühendislik eğitimi alanlar ise piyasada donanımlarına uygun işler bulurlar ama bu çocuklar öyle ağır ve masraflı bir eğitimden geçirilmezler, sadece iyi matematik, iyi fizik ve bir ölçüde de “humanities” öğrenirler.
Bir toplumun galiba en tutucu kesimi biz öğretim üyeleriyiz, değişen dünya ve ekonomi koşullarına uyumda en fazla ayak direyen kesim de yine biziz.
Hukuk fakültelerimizin ders programlarına bir bakın, elli senedir önemli bir değişiklik hiç yok, bunu da bir marifet sayıyoruz.