Gülen Grubu’nun turnusol testinden geçtiği anların en dramatik olanları; ülke içinde İslami kesimi, ülke dışında ise İslam dünyasını doğrudan etkileyen kırılmalarla yaşandı. İstenirse Gülen’in 1980 darbesindeki tavrından başlayarak ele alınabilecek sahneler, 28 Şubat’ta en trajik savrulmaları üretmişti. Hemen ardından, 11 Eylül’de, bu sefer Gülen’in de artık Amerika’da ikamet etmesinin sağladığı rahatlıkla, grubun takındığı ‘ihaleci pozisyon’ ortaya çıkmıştı. Lakin bu kırılmaların hiçbirisi, Fransa’daki saldırı sonrasında grubun içine düştüğü ‘muhbir pozisyon’un sebep olduğu akıl tutulması ve ahlaki tefessühle mukayese edilemez.
Ulaştıkları yeni safha, artık bu durumu gizleme ya da daha örtülü bir şekilde sürdürmekten tamamen kurtulmuş olduklarını ortaya koyuyor. Muhbirliğin köklerinde bulunduğu farz edilen ‘fedakârlık’ meşrulaştırmasıyla, Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı sonrasında Gülen Grubu’nun cuş u huruş ile estirdiği Türkiye’yi ihbar kasırgasının varacağı yer, oldukça ucuz bir narsizmin ürettiği ihanetten başka bir şey olmayacak.
Bu muhbirliğin bir rant beklentisi içerisinde olduğu muhakkaktır. İşin bir başka hazin veçhesi de burasıdır. Lakin böylesi bir rant olsaydı, bunu herkesten önce Kemalistlerin yemesi gerekmez miydi? Ömürlerini, ellerindeki tek sermaye olan ‘Müslüman Türkiye’yi ihbar etmekle’ geçirip, sonra da boşa çıkmadılar mı? Niçin dışarıdaki müşterilerine bin bir fedakârlıkla ve sadakatle sundukları hizmetlere rağmen, sanki yıllarca hiçbir şey yapmamışlar gibi, zor anlarında bekledikleri desteği göremediler? Bunda yaşanan devrim mi yoksa müşterilerine sundukları ürün portföyünün çökmesi mi etkili olmuştu? 2002 Devrimi onları ortadan kaldırmadığına göre, ürünlerinde bir sıkıntı olduğunu düşünmeleri yerinde olur.
Gülen Grubu ise Kemalist iflas noktasına çok hızlı ulaştı. Bir yıl gibi bir süre zarfında öylesine derin bir savrulma yaşadılar ki, geldikleri noktada, yayın organlarında “muhbirin iddiasına göre, Erdoğan kalabalık yerlerde terör eylemleri planlıyor” haberleri yapacak kadar zıvanadan çıktılar.
Bir kurtarıcı olarak eteklerine yapıştıkları ‘muhbir’, grubun yeni ‘şahs-ı manevisinden’ başka bir şey değil. Artık mecburi istikamet, bu nevzuhur müstear muhbirin rehberliğinde, küresel gündeme göre aleni ‘ihbarcı pozisyon’ almaktan ibaret olacak. Israrla, Türkiye’nin “El-Kaide ve IŞİD’in destekçisi olduğu” algısına olabilecek en ucuz şekilde malzeme taşımanın -şimdilik- sağladığı bir konfor olduğu muhakkak. Lakin her muhbirin, son tahlilde ilan ettiği şahitliği sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu bir ‘tanık koruma programı’ olacağı aşikârdır.
Şimdilik, konforlu alanı üstünde durdukları küresel dalganın AK Parti ve Türkiye’yi de boğacak tsunamilere dönüşmesi için, her anı en verimli şekilde değerlendirmek için çabalıyorlar. Bu dalganın üzerinde durmayı sürdürebilmeleri için ise takas ve kullanım değerlerini korumaları gerekiyor. 7 Şubat’taki başarısız eylemleriyle takas değerlerini kaybettiler. 17 Aralık’ta akamete uğratılan darbe girişimiyle ise kullanım değerleriyle baş başa kaldılar.
Türkiye’yi ihbar etmenin karşılığında tanık koruma programında ne kadar kalacakları bilinmez. Lakin bu hizmeti alabilmeleri için öncelikle bir muhbiri muhbir kılan iki özellikleri olması gerekiyor: sadık haber getirici ve gerçek bir kimliğe sahip olmaları gerekiyor. Fransa’daki saldırılar sonrasında hem yalan haberlere ram oldular hem de trol düzeyini açıktan sahiplendiler. Bu ise muhbirlikten müfteriliğe irtifa kaybından başka bir şey değil. Hem müfteri hem trol olanın kullanım değeri ise hızla buharlaşır. Yakın zamanda kaçınılmaz sonu görürüz.