Türk siyasi tarihinde bir ilk, 1 Kasım Seçimlerine giderken hayata geçmiş oldu. Türkiye ilk kez, anayasadan kaynaklı bir seçim hükûmeti formülüyle seçimlere gidiyor. Her ne kadar anayasada bu hükûmetin çerçevesi ve nasıl olacağı yazıyor olsa da, bir ilk olması hasebiyle kafa karışıklığı olmadığı söylenemez. Zira daha önce de, hukukun ve özellikle de hukukçuların siyasi süreçleri çerçevelediği bütün sahnelerde benzer karmaşalar ortaya çıktı. Zorunlu seçim hükûmetine dair olarak ise lafzi yorumlamalardan tutun da, yaşanan siyasi kısır döngüyü unutturacak apolitik okumalara kadar her türlü zihinsel egzersiz ve en zorlama senaryoların dahi dillendirilmesinden imtina edilmedi.
CHP veya MHP’nin koalisyon travmasından bir türlü çıkamayıp, AK Parti’yi seçimlere giderken HDP üzerinden mahkûm etme girişimi, siyasal anlamsızlıklarının daha da derinleşmesini sağladı. 7 Haziran sonrasında siyaset ve sosyolojiyle tevil edilemeyecek ‘%60 bloku’ fantezisinin çökmesinin üzerinden daha iki ay geçmemişken, bu kez de ‘ilan edilmemiş bir blok’ görüntüsünün AK Parti üzerinden hayata geçmesini umdular. Anayasanın icbar ettiği bir durumdan ‘komploculuğa varan’ bir akıl yürütmesiyle, 1 Kasım Seçimlerinin kaderini belirlemeyi kurulacak seçim hükûmetine bağlamışa benziyorlar. Oysa böylesi bir hükûmet ve ortaya çıkacak siyasal algının özgül ağırlığı gereğinden fazla abartılmış durumda.
Seçim hükûmetinde yer alıp almamayı anayasal bir mecburiyet olmasına rağmen bir onur meselesine dönüştüren CHP ve MHP, 6-8 Ekim olayları vesilesiyle Meclis’e getirilen Güvenlik Paketi’nde, aralarındaki radikal siyasal farklara rağmen pekâlâ HDP ile aynı safta buluşmayı becermişlerdi. Son tahlilde, seçim hükûmetinde yer almaya ‘evet’ diyenler de, ‘hayır’ diyenler de anayasanın ilgili maddesine karşı bir tavır geliştirmiş oldular. Parti olarak reddeden MHP ve CHP’nin, parti olarak kabul eden HDP’nin -firelerine rağmen- motivasyonları farklı sebeplerle birbirinden çok fazla kopuk değil. Hatta Güvenlik Paketi’nde ortaya çıkan HDP-MHP-CHP işbirliği ve akıl yürütmesinin bir benzeri de olduğu söylenebilir.
HDP’nin, PKK terörüyle birlikte gömüldüğü siyasal anlamsızlıktan çıkmak için bir vesile olarak gördüğü hükûmette olma girişimiyle, ortaya çıkacağını umdukları faturanın AK Parti’ye kesilmesine yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Bu naif beklenti, MHP’den ve HDP’den firelerin oluşmasıyla, kendi kendisini yok etmiş oldu. Aynı naif okumayla, MHP’den bir ismin de yer aldığı hükûmette kendilerini bulurlarken, BM Güvenlik Konseyi’ne üye veriyormuş gerginliği içerisinde teklifi reddeden HDP’li bir isimle de, taktik ile stratejiyi birbirine karıştıran hesapları da boşa çıkmış oldu.
Eğer teklifi reddeden ‘HDP’li olmadığı için’ reddettiyse, MHP’den teklifi kabul eden bir başka ismin de MHP’den bağımsız değerlendirilmesi imkânsız hale geldi. Gelinen noktada CHP ise koalisyon görüşmeleri sırasında ciddi ve anlamlı bir aktör muamelesi görmemek için elinden geleni ardına koymayan HDP’nin pozisyonuna hapsoldu.
7 Haziran’dan bu yana yaşananların 1 Kasım Seçimlerinde ciddi bir katalizör olacağı muhakkak. Lakin müstakil olarak ‘seçim hükûmetinden’ ziyade, 7 Haziran neticesinde Meclis’teki siyasi kısır döngünün seçmenin ana gündemi olacağı bilinmelidir. Bu yönüyle, düğümü çözen tek somut adım olan ‘seçim hükûmeti’, bir krizden ziyade ferahlama olarak algılanacaktır.
Seçim hükûmetiyle gereksiz ve anlamsız bir kavgaya girişen CHP ve MHP’nin, ‘yokluğu nedeniyle’ kazanacağı bir siyasi sermaye olmayacağı gibi; HDP de ‘varlığı nedeniyle’ kestirmeden anlamsızlığını ortadan kaldıramayacak. ‘Seçim hükûmetiyle’ yel değirmenleriyle kavga edercesine uğraşmaktan vazgeçerlerse, 1 Kasım’da seçime gireceğiz.