78 kuşağındanım, bugün 1 Mayıs ve benim içimden bu konuda yazmak gelmiyor. 1 Mayıs 1977 Katliamı’ndan kurtulan bir üniversite öğrencisiyim, o gün o meydanda bulunanlar, kendi devletlerinin gerçekleştirdiği bu kanlı saldırının travmasını yaşamları boyu beyinlerinde taşıdılar.
Eğer bu ülke, gerçek anlamıyla, “Ergenekon” denilen kavramın peşine düşseydi, önce, o katliamın bütün yönleriyle aydınlatılmasını sağlardı. “Derin devlet”, Soğuk Savaş yıllarında, NATO’nun ünlü Gladio’sunun sadık parçası olarak geldi, Sular İdaresi’nin üzerinden Taksim’de toplanmış yüzbinlerin üzerine mermi yağdırdı. Yaşanılan “komünizmle mücadele”nin ortak stratejisiydi ve süper güçlerin o günkü kavgasında bizlerin hiçbir önemi yoktu, öldürüldük. Zamanlar değişti, o gün üzerine kurşun yağdırılan kuşak, Turgut Özal’ın sivilleşme mücadelesine destek verdi, ‘90’lı yılların örtülü savaşına ve infaz yüklü karanlık günlerine direndi, Tayyip Erdoğan, “oligarşik vesayetin” geriletilmesi sürecinde aynı kuşağı yanında buldu.
Ama bugün gelinen noktada bizler söyleyecek bir söz bulamıyoruz.
Şiddeti davet eden bir ortamda bizim lafımız sonlanıyor.
Geçelim...
Şiddet toplumu olmak...
Müge Anlı takdir ettiğim meslektaşım. Kendi alanı dışına çıkıp yaptığı yorumlarla, bizim Van depreminden yaptığımız canlı yayınları kaosa sürüklemiş ve benden de eleştiri almış olmasına rağmen, kendisini dikkatle takip ediyorum. Tam bir “ekraninsanı...” Gündeme getirdiği konular ise, toplumun aynası kimliği taşıyor.
Kuşkusuz, ilerinin araştırmacıları, programlarının arşivleri iyi korunursa, günümüz Türkiye’sinin gerçek yüzüne çok kolay ulaşacaklar.
Ortaya çıkan gerçek, bir “şiddet toplumu”nda yaşadığımızdır ve ne yazık ki, şiddet, aile içi ilişkilerimizden kaynaklanmaktadır.
Polisin işinin kolay olduğuna inanıyorum. Bir cinayet işlendiğinde veya bir kişi ortadan kaybolduğunda, yakın aile bireyleri ve yakın arkadaşları arasında yaptıkları kısa sorgulama sonrasında “faile” çabuk ulaşıyorlar. Eğer ortada mafya bağlantılı bir alacak-verecek ilişkisi yoksa, katil genelde o kişinin yakın akrabası çıkıyor!..
Bu durum, kendiyle barışık olmayan, bu yapısını en yakınlarına kolay yansıtan ve çözümü kestirmeden, şiddette arayan bir toplum olduğumuzu sergilemesi açısından vahim!..
Küçük çocuklar, yaşlı ana-babalar ve evli kadınların önemli bir bölümü bu şiddetin doğrudan hedefi halindeler.
Müge Anlı, bu gerçeği her gün yüzümüze vuruyor, bize, konu vicdan ve yardımseverlik dendiğinde böbürlenen ama şiddetin batağında yaşayan insanlar olduğumuzu anlatıyor.
Bu tür bir toplumsal zeminle bir ülke nereye varabilir?
Bakın iş nereye varıyor?..
Hayır, 1 Mayıs nedeniyle bugün bu ülkede neler yaşanabileceği konusuna dönmeyeceğim. Üç günde sonlanabilecek Gezi Parkı olaylarının neden 41 gün sürdüğünü de tartışacak değilim. Benim derdim, futbol sahalarından siyasete, TV ekranlarındaki tartışma programlarından, sosyal medyaya uzanan şiddet iklimi ile ilgili...
Futbol tartışma programlarında sonu küfürlere, yumruklaşmalara dayanan görüntüler normal karşılanabilir mi? Gazetecilerin kendilerini “gladyatör” gibi gördükleri siyasi tartışma programları nasıl kabul edilebilir? Dünyada, stada, “ölmeye, ölmeye geldik” sloganı ile giren başka ülke taraftarı var mı? Twitter denilen yeni iletişim aracını salt, “öteki” gördüğü fikir sahiplerine baskı ve sözel şiddet aracı olarak kullanan dünyada kaç toplum örneği biliyorsunuz? Kendisinden ayrılan kız arkadaşına “görüntülerin elimde Youtube’ta yayınlayacağım” demek, hangi delikanlılığın künyesinde yazıyor? Hangi ülkenin siyasetinde bu ölçüde “şantaj kaseti” tartışması hakim? Ve siyaset, hangi -normal- ülkede bu ölçüde sert ortamda varlığını sürdürüyor?
Anladığım şu: Biz toplum olarak, iş eleştiri ve özeleştiriye geldiğinde hep, yönetim kadrolarını, “işin sorumlusu” gördüklerimizi hedef tahtasına oturtmayı tercih ediyor, mükemmel insanlar olduğumuzu ve yaşadıklarımızı hak etmediğimizi düşünüyoruz.
Durum öyle değil...
Çünkü, Müge Anlı’nın yüzümüze tuttuğu ayna, masalda kraliçeye her seferinde en güzel olduğunu söyleyen ayna kadar yalancı değil...