Oğlum Zerdeşt’i bu köşeyi okuyanlar az çok tanıyorlar artık. Onunla zor zamanlardan geçiyoruz.
Zerdeşt üç aya yakın bir zamandır hastanede yatıyor. Temmuz ayında skolyozdan doktorlarının başarılı olduğunu söyledikleri ameliyattan çıktığı gün her şey normal görünüyordu. Sırtındaki eğrilik önemli oranda düzelmiş, boyu birkaç santim uzamıştı. Skolyozun ciğerleri üzerinde yarattığı baskıdan kurtulduğu için, daha rahat soluk alıyor ve bize söylendiği gibi, yataktan kaldırıp biraz yürüttüğümüzde bu rahat nefes alışları biz de fark ediyorduk.,
Bir elbise dolabını dolduracak kadar fazla ve giyilmeyi bekleyen takım elbiseleri o takım elbiselerle beraber boynuna takacağı kravatları, ameliyattan sonra biraz daha uzamış ve eğriliği düzelmiş boyuna kimbilir nasıl yakışacak diye hayal kuruyorduk.
Bunları okuyup da, sakın bu zorlu ameliyatı Zerdeşt’e sırf bunun için reva gördüğümüzü düşünmeyin.
Bu ameliyata karar vermemizin tek sebebi vardı ve ameliyattan önce gittiğimiz bütün doktorlar, birbirlerinden tamamen habersiz olarak aynı şeyi söylüyor, ve bu sebebe işaret ediyorlardı:
‘Bu ameliyat yapılmazsa Zerdeşt ancak otuz yaşına kadar yaşayabilir, skolyozu ciğerlerini ve kalbini her geçen gün biraz daha zorlayacak ve yaşam kalitesi her geçen gün biraz daha düşecek.’
Felç olma ve narkozdan uyanamama riskine rağmen, ameliyata Zerdeşt’in ömrünü uzatmak ve daha iyi bir yaşam kalitesi için razı olduk. Çok şükür korktuğumuz hiçbir şey olmadı. Ameliyattan sonra daha rahat nefes alıyordu. İki gün sonra ayağa kalktı. Yüzünde yeni vücudunu merak etmeye dair ağırbaşlı ve hüzünlü bir ifade okunuyordu sanki..
Ablası Hiwa boy aynasında sırtını görmesi için onu yatak odasına aldığında, aynaya baktı, boyunu baştan aşağıya doğru şöyle bir süzdü, ama bizi biraz hayrete düşüren bir tavırla, sırtındaki değişimi görmek istemedi..Bakışlarının sırtına doğru kaydığını fark ettiği anda boyunu başka yöne çeviriyor ve sırtındaki değişimi görmek istemiyordu.
Bir doktoru daha sonra bu durumu, ‘Skonder kazançların kaybı’ diye bir tıbbi kavramla açıklamaya çalıştı. Demek ki Zerdeşt, ona bunca eziyeti veren sırtındaki o eğriliği bile tıbbi bakımdan bir ‘kazancın kaybı’ olarak görüyor ve üzülüyordu.
İşte biz bu koşullarda yeni vücuduna alışacak diye beklerken, Zerdeşt ameliyattan iki hafta sonra başlayan ve onu tamamen güçsüz bırakan bir enfeksiyon yüzünden üç aya yakın bir süredir hastanede yatıyor. Denizi geçip derede boğulmak gibi bir şey anlayacağınız.
Enfeksiyon beyin zarını etkiledi Zerdeşt’in.
Yirmi iki yıllık ömründe kayda değer ne varsa, hatıralar, insanlar, sevdiği ablaları, ağabeyleri, televizyonda seyrettiği diziler, dinlediği Kürtçe stranlar, türküler her ne varsa artık, bir bilgisayar dosyasının yanlış bir hareketle silinmesi gibi, silindi gitti..
Üç aydır eski hayatına dönebilmek için yapılabilecek tek şey olan antibiyotiklerle onu eski haline döndürmeye çalışıyor doktorları.
Zerdeşt ilk bir ay içinde boynunu, ayaklarını ellerini kımıldatamıyor ve yatağında biri tarafından dokunulmaz ve hareket ettirilmezse, bin yıl uyuyacak gibi duruyordu.
Ne zordu böylesine alışmak..
Daha üç ay önce beraber sinemalara, tiyatrolara, gittiğiniz, aradabir keyifli yolculuklara çıktığınız, Mardin işi kaburga dolmalarının süslediği sofralara, davet ettiğiniz misafirlerle beraber ve neşe içinde oturduğunuz, Zerdeşt gibi, inanın öyle böyle değil, hayatı bir limon gibi sıkarak son damlasına kadar tadına varan bir delikanlının, geçmişini hatırlamadan uzun bir uykuya dalması, katlanılması zor bir keder, zor bir ızdıraptı..
Hayat sizi bir anda, en aza, ve o en azın bile bu koşullarda bir mucize gibi görülebileceği yeni başlangıçlara ve geri dönüşlere razı ediyor birden.
Ah diyorsunuz içinizden, hiç konuşmasa da olur, ama hiç değilse, bir defa bile Anne veya baba diyebilse..
Her sabah bu umutla uyanıyor, gece bu umutla hep Zerdeştle beraber olduğunuz rüyaların içinde dolanıp duruyorsunuz..
Daha önceleri dakikalarca sarıldığı, hayatında en çok yeri olan insanları gördüğünde şimdi hiçbir tepki vermemesi -buna dedesi ve ablası da dahil- ya hep böyle kalırsa, diye korkularınızı büyütüyor, ama hayata karşı daha kanaatkar bir tutumun içine çekildiğinizi hissederek, Zerdeşt’in dudakları arasından çıkacak bir sözün, sıcak bir bakışın ve gülüşün dahi sizi mutlu edebileceğini fark ediyorsunuz.
Fotoğraflarına dönüp bakıyorsunuz ve o fotoğrafların neredeyse hiç birinde gülümsemesi yüzünden hiç eksik olmamış olan Zerdeşt’e, gece ve gündüz demeden bakışlarınızı dikip, acaba yeniden ne zaman gülümseyecek diye merak içinde bekliyorsunuz.
Kırk küsur gün sonra, enfeksiyon biraz da olsa kontrol altına alındıktan sonra, ve Bayrama girmeden önce baba ve anne diyebildiği ve , sadece TR6’te ve düğünlerde gördüğü, programlarını izlediği Stranbêj sevgili Aydın’ı hastane odasında televizyondan dinlerken hafifçe gülümsemesi, şimdilik hayatla kurduğu iki köprü iki mucize gibi sanki. Zamanımızı Zerdeşt’e bakan doktorlar ve hemşirelerle beraber bu köprüleri ve bu mucizeleri çoğaltmaya harcıyoruz şimdi ve her şey Hz. Eyüp sabrıyla ilerlemeye mahkum.
Bayramın ikinci günü Murat amcası Mersin’den çıkıp geldi. Cep telefonundan Ahmet Kaya’nın şarkılarını dinletti Zerdeşt’e. Zerdeşt o şarkılara mırıltılarla eşlik etti..Annesi Canan’ı, beni ve Murat amcasını ağlattı kerata..Ahmet’in ve Zerdeşt’in acısı bir anda birbirine karıştı gitti. Zerdeşt’e mi,yoksa Ahmet’in kadersizliğine mi ağlıyorduk belli değildi doğrusu.
Bu da hayatla ve geçmiş yaşamıyla kurduğu üçüncü köprü üçüncü mucize oldu Zerdeşt’in.
Hayata yeniden dönüşün belirtileri, kıymetli mucizeler.
Yazmayı unuttum.
Artık hayatımızda tekerlekli bir sandalye var. Zerdeşt o sandalyeye oturtulmaktan nefret ediyor, hiç alışmadı, inşallah hiç alışmayacak..Ama şimdilik kullanmaya da mecbur..
Bu sabah, yazıya oturmadan önce Zerdeşt’le evimizin bir odası gibi paylaştığımız hastane odasında tekerlekli sandalyesine oturttuk ve hastanenin bayram tatili nedeniyle epey tenhalaşmış bahçesine çıkardık. Sonbahar güneşinin aydınlattığı yüzü daha bir güzelleşti.
Bal rengi gözlerinin mutlulukla parladığını fark ettik. Adamın biri, kalabalık bir güvercin sürüsüne ufaladığı ekmek parçalarını atıyordu. Onun yanında durduk.
Sakarya-Kızılay’da gezdiğimiz günler ve Sakarya’daki güvercin sürüleri geldi aklımıza. Bardak içinde satılan yemlerden satın alır Zerdeşt ve Hiwa’ya verirdik. Hiwa ürkerdi güvercinlerin uçuşmalarından, ama Zerdeşt sokuldukça sokulur, bardak dolusu yemleri peş peşe güvercinlerin ortasına boşaltırdı. Acaba bu geçmişte kalmış hatırası uyanacak mıydı Zerdeşt’in?
Güvercinlere ekmek parçaları atan adamdan bir kaç ekmek parçası rica ettik. Adam bize ve Zerdeşt’e gülümseyerek, elindeki ekmeğin bir kısmını uzattı. Ufalayıp güvercinlere attık o ekmeği. Zerdeşt tepkisiz bir an önce odasına gitmek istiyordu, ve belli ki Sakarya’yı ve Sakarya’da yem verdiği güvercinleri hatırlamamıştı. Hatırlasa orada daha dakikalarca kalmamız işten bile değildi diye düşündüm. Sonra güvercinleri ve güvercinlere yem veren adamı ardımızda bırakarak, Zerdeşt’i bir pikeye sıkıca sarıp içine oturttuğumuz tekerlekli sandalyeyi yeni mucizelerle yeni hayat köprüleriyle karşılaşabileceğimiz odamıza gitmek için hastanenin kapısına doğru sürdük...
Mucizeler dünyasına hoş geldin oğlum!
Seni ve bizi bu küçük mucizeler yaşatacak bilesin!
Senden bir mucize, bir mucize daha bekliyoruz oğlum!