Geçtiğimiz hafta içinde değerli bir mücahideyi Hakka uğurladık. Sevgili ablamız, dostumuz, sahip çıkanımız, anne sıcaklığında, kaya sağlamlığında, kardelen mizaçlı bir direnişçiyi… Muazzez Akıncı, Hakka yürüdü.
Ben Muazzez Akıncı ablamızı, 1986 yılında İstanbul Üniversitesi’nin önündeki uzun bekleyiş günlerimizden tanıdım. Başörtü yasakları vardı, tesettürlü arkadaşlarımız fakültelere alınmıyorlardı. Hatta kar-kış olduğu halde yün bere takmak bile yasaklanmıştı. Henüz o zamanlar, ‘peruk’ ortaya çıkmamıştı. Ama bir sene sonra, arkadaşlarımın hıçkırıklar arasında başlarına peruk takmak zorunda kaldıklarına da şahit olacaktım. 1997’de ise ‘ideolojik peruk takmak yasaktır’ bildirileri asılacaktı üniversitenin tüm camekanlarına…
Çok ağır günlerdi. Çok yalnızdık. Sayımız çok değildi. Bir yanda “Evladım ne olursa olsun okulunu bırakma, mezun ol” diyen aileler, diğer yanda “Giremezsiniz, yasak” diyen dekanlar, rektörler… Ve vicdanı, ruhu, kalbinin pırıltısı bu iki büyük kudret arasında sıkışan gencecik kızlar… O yaşlarda bu ağır yasakları nasıl omuzladık bugünden baktığımda şaşırıyorum. Sanırım aşk gibi bir şeydi.
Süreyya Yüksel ablamızı, Sabiha Ünlü ablamızı, Fevziye Nuroğlu ablamızı hep yanımızda bulduk o günlerde. Ve kuşkusuz Muazzez Akıncı ablamızın aziz himayesini. O, ismiyle müsemmaydı. Evi tüm öğrencilere açıktı, kapısı her daim sımsıcaktı kurduğu yer sofrası ise dünyanın en sıcak örtüsüydü hepimize… Çok zengin birisi değildi ama yer sofrasında her gittiğimizde doyardık.
Seksenler ve doksanlar boyunca evlerimizdi toplanma ve buluşma yerlerimiz. Fakültelerin örtülü kızlara yasaklandığı günlerde, hangi arkadaşımızın evi müsaitse orada toplanır, kitap okur, derslere giremeyişimizin yol açtığı vicdan azabını okullaştırdığımız evlerde düzenlediğimiz okuma günleriyle yatıştırmaya çalışırdık. Batı’da ve Doğu’da ne kadar fikri külliyat varsa, elimizden geçerdi. Bunun çok önemli bir fikri ve zihinsel koza kuracağını ise daha sonra fark edecektik. O yasaklı günlerde, evler, ikinci fakülte işlevi gördü hepimize…
Tabii her ev bu şekilde işlevsel olarak açamazdı kapılarını. 20-30 öğrencinin 4-5 saat boyunca okuyup tartışacağı, tabii varsa çay-çorba içeceği ev bulmak her zaman kolay olmazdı. İşte Muazzez Akıncı, adeta buluşma, istişare ve okul mahiyetindeki evini bu süreçte devreye sokmuştu. Biz onun evinde her zaman sımsıcak kalbini, tertemiz sofralarını, dostluğunu bulduk. Annesini özleyen gurbetteki arkadaşlarımız ona sarılarak ağlardı. Kimimize hırka, kimimize başörtü verirdi, kapıdan çıkarken koltuğumuzun altına sıkıştırıverirdi. Sessizce.
Bu süreçte kurulmuş öğrenci ve ilim evlerimizden birisi de ‘Suffe’ydi. Süreyya Yüksel ve Muazzez Akıncı bu ribat evinin direkleriydi. İngilizce, Arapça, Farsça dergi, gazete ve radyo takipleri, tefsir dersleri, ilmi, fikri tartışmalar, İslam adabıyla yaşayış, İslam kardeşliğine has dayanışma ve kardeşlik…
Süreyya Abla da Muazzez Abla da, Nurşin Seydalarından Molla Sadrettin Yüksel’in ocağından feyz almış kişilerdi. Biz onlardan her zaman Kur’anı Kerim’in dirayetini, nezaketini ve sımsıcak kardeşliğini gördük, öğrendik. Sanki sahabeleriyle Hz. Peygamber az evvel buradan geçmiş gibi hissederdik.
İster klasik ister modern söylem üzerinden olsun, bizi yetiştiren çevreler, İslam konusunda çok hassasiyet sahibi kimselerdi. İstedim ki, sessizce göklere yükseliveren yıldızlara benzeyen bu ablalarımızı sizler de tanıyın, sizler de bir Fatiha okuyuverin…
Hem muazzez, hem akıncıydı, Muazzez Akıncı…