Türkiye ve Rusya arasında devam eden krizin hangi boyutlara ulaşabileceği üzerine daha fazla kafa yormak gerekiyor. Bize bir şey olmazdan tutun da, üçüncü dünya savaşına kadar uzanan tezler yerine; daha soğukkanlı ve tutarlı bakış açılarına ihtiyacımız var.
Rusya, Soğuk Savaş dönemindeki gücüne ve sınırlarına ulaşmanın mümkün olmadığının elbette farkında. Ancak geçtiğimiz Eylül ayında New York’ta gerçekleşen Birleşmiş Milletler zirvesinde ortaya koyduğu tavır, sahnede kendisini hatırlatma konusunda kararlı olduğunun ifadesiydi. Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, gerek Soğuk Savaş dönemini, gerekse sonrasında ortaya çıkan boşluğu değerlendirirken altını çizdiği temel vurgu; artık dünyanın tek gücün hegemonyası altında olmadığı ve Rusya’nın son 25 yılda ortaya çıkan dengesizliğe son vereceği yönündeydi.
Yeni dünyada kimin gücünün kime ve ne kadar yeteceği üzerinde konuşulanlara değil, konuşulmayanlara bakmak her zaman daha öğreticidir. Putin de biliyor ki, ne eski gücüne dönmesi mümkün, ne de önümüzde böylesine boş meydan okumaların geçerli olduğu bir dönem var. Suriye sorunu belki de herkese şunu öğretti. Tek başınıza, isterseniz tüm gücünüzle abanın, böyle çetrefilli sorunları çözmeye kimsenin takati yetmiyor. Kaldı ki Rusya, sorun çözmek bir yana; daha da derinleştiren hamlelerle gerek kendi bulunduğu coğrafyada, gerekse farklı alanlarda adeta Soğuk Savaş taklidi yapıyor.
Ukrayna ve onun parantezinde Kırım üzerinden Batı’ya verdiği mesaj ve elde ettiği mevzi, Moskova’yı istediği her alanda meydan okuyacak, geçmişte olduğu gibi ‘elmanın öteki yarısı’ kılacak bir yere götürmüyor. Nasıl ki Afganistan ve Irak adımlarından sonra Amerikan hegemonyası sorun çözmek bir yana, daha da batağa saplandığını öğrenmişse, Putin’in Rusya’sı da böyle bir ders alacak, alıyor da.
Ekim ayının ikinci haftasında yine Rusya ile aramızda yaşanan hava sahası ihlali krizi, her iki tarafın da sakin yaklaşımı ile farklı boyutlar kazanmadan çözülmüştü. Mesela o günlerde Rusya’nın NATO daimi temsilcisi Aleksander Gruşko, ‘Türkiye ile Rusya’nın birbirine düşman olmadıklarını ve Moskova’nın Ankara’ya kesinlikle bu gözle bakmadığını’ ifade ederek şunları eklemişti: ‘Biz Türkiye’yi tehdit olarak görmüyoruz. Bizim Rusya olarak da Türkiye’ye yönelik temin ederim askeri açıdan en ufak kötü bir niyetimiz yok. Son günlerde yaşanan hava sahası ihlali olayları gereksiz biçimde siyasileştirilmiştir.’
Öyle bir tanımdan ve duruştan buraya nasıl geldiğimiz sorusunu, her iki tarafın da serinkanlı biçimde sorması gerekiyor. Şu sıralarda karşılıklı yapılan açıklamalara bakılarak, iki tarafın her an sıcak bir çatışmanın eşiğine gelebileceğini öngörenler, ya aceleci davranıyor; ya da başka bir hesabın peşinde.
G20 Zirvesi ve eşzamanlı olarak ortaya çıkan Paris saldırıları, Türkiye’nin bölgesel anlamda söylediklerinin, küresel ölçekte ne kadar değerli ve geçerli olduğunu ortaya koydu. Bu noktaya gelmek anlamlı. Ayrıca BM zirvesi itibarıyla Rusya’nın Suriye’de rejimi korumak için başlattığı hamlenin, Türkiye’yi tehdit eden boyutlara ulaştığı da ortada.
Ancak tüm bunları değerlendirirken, özellikle de Türkiye’nin bir savaş uçağına doğrudan müdahalesiyle başlayan krizin ardından ortaya çıkan ABD ve NATO merkezli destek açıklamalarını okurken; dengeleri iyi anlamak gerekiyor. Zira şu anda son derece sıcak yaklaşımlar sergileyen ABD ve NATO cephesinin, Türkiye’nin bizzat hedef alındığı sıcak krizler ve çatışma alanlarında nasıl bir aktif destek sağlayacağına dair kimsenin bir fikri yok.
Aceleye ve telaşa gerek yok.