Antropofaji akımını ağabeyi Oswald ile birlikte başlatan, Brezilyalı şair Mario de Andrade, 1923 yılında Paris’te yaşayan sanatçı arkadaşı Tarsila do Amaral’a çağrıda bulunmuş : Tarsila, Tarsila, kendine dön / Gris’yi ve Lhote’u terk et / Paris’i terk et / Tarsila ! Tarsila ! El değmemiş ormana geri gel / Dünyanın, sanatın, Brezilya’nın talebi budur, seninki de olsun.
Tarsila do Amaral, bu çağrıya kayıtsız kalmamış ve ertesi yıl Blaise Cendrars ile birlikte Kuzey Brezilya’nın kültürünü inceledikleri bir gezi yapmış... Antropofaj harekete katılmış. Fransız avangardlarıyla etkileşiminin de hissedildiği çalışmalarına bu “dönüş” ten sonra imza atmış. Cendrars’ın bu yolculuktan esinlenerek yazdığı ‘Feuilles de route’ şiir kitabını da Do Amaral resimlemiş.
Tarsila do Amaral’ın Brezilya folklorundan temalar seçtiği, çarpıcı renklere sahip tablolarını 26 Ocak 2015 tarihine kadar Paris’in ünlü çağdaş sanat müzesi Centre Pompidou’da izlenebilecek olan ‘Modernites plurielles’ sergisinde gördüm.
***
Catherine Grenier’in komiseri olduğu bu sergide, 47 ülkeden 400 sanatçının, 1905 - 1970 yılları arasında imza attığı 1000 eseri yer alıyor. Eserlerden 200 tanesi ilk kez sergileniyor. Güney Amerika’dan Ortadoğu’ya dek dünyanın birçok ülkesinden sanatçıya ve akıma yer veren sergide Grenier, kadın sanatçıları öne çıkarmayı da ihmal etmedi.
Centre Pompidou koleksiyonundakilerin yanı sıra Paris’te Quai Branly diye bilinen Modern Sanat Müzesi’nden ödünç alınan eserlerden oluşan “Çoğul(cu) Modernite” kronolojik sırayla öncü sanat akımlarının gelişimini, birbirlerine etkilerini ya da tepki olarak ortaya çıkmalarını bütün dünyadan örneklerle ortaya koyuyor. Sanat tarihinin yazılmış bitmiş bir süreç olmadığını farklı açılardan ele alındıkça irdelenecek, hatta keşfedilecek daha çok malzeme sunduğunu vurgulayan bir sergi. Moderniteyi çoğulcu bir bağlamda ele alarak avangard sanata yaklaşım konusunda kendi manifestosunu ortaya koyuyor. “Modernites plurielles” Catherine Grenier’nin 2007 başlattığı “Araştırma ve küreselleşme” programının ilk ürünü. Sanat tarihini sadece avangardların getirdiği yenilikler indirgemediği gibi Batı merkezli bir yaklaşımı da benimsemiyor kendine özgü yaratıcılıkları baskılayan bir evrenselliği de...Grenier ilişkiler ve alışverişler kadar direnişlerin de yarattığı bir etkileşimin tarihine odaklanıyor.
Sergiyi gezerken aklıma bir soru takıldı: Her şeyin yeni ve heyecan verici olduğu, üst üste çığırlar açılan, geleceğe koşulan bir zamandan her şeyin yalan ve sanal olduğu, bıkkınlık ve kaçış hissi verdiği bir zamana nasıl geldik?
Sergi içinde sergi diyebileceğimiz bir anlayışla kurgulanmış olan “Modernites plurielles”de konstrüktivisitlerin devrimci enerjisinin yanında (karşısında!) Güney Amerika’dan yozlaşmış Batı değerlerine rest çekip köklere dönüş çağrısında bulunan, yerli sanatını tercih eden akımlar yer aldığını görmek ilginç ve eğitici. Bir yanda da hepsinin üstünde sanatçıların eserlerini aradan seçiyorsunuz: Picasso’yu en başta!
Catherine Grenier, sanat tarihinin her ne kadar nesnel olmaya çalışsa da Batı’da şekillenmiş ve kurumsallaşmış entelektüel bir yapı olduğunu düşünüyor. İki dünya savaşı sonrasındaki dönemlerde gündeme gelen “modern” kavramını yeniden değerlendiren Grenier, daha az angaje, daha geniş, daha etraflı bir tanımdan yana. Tanınmayan ya da kıymeti bilinmeyen, hatta modern sayılmayan sanatçıları, akımları da içine alan bir çerçeve çiziyor. Moderniteyle kimlik, evrensellikle yerel kültür arasındaki ilişkileri vurguluyor.
“Çoğul(cu) Modernite”nin bir zenginliği de dünyadan döneme ait sanat dergilerini de kapsamına alması. Kapaklarını toplu halde sergiliyor. Aslan payının Güney Amerika’da bulunduğu, ama Afrika’nın da es geçilmediği bu sergi içerdiği çarpıcı Sonia ve Robert Delaunay eserlerinden makineleşmeye övgü diyebileceğimiz filmlerine kadar modern sanatın çok geniş bir yelpazesini açıyor.