Fetullahçı çetenin MİT’e yönelik operasyonlarını dönemin Başbakanı Erdoğan “durdurmuştu...”
Bile isteye bu ifadeyi kullanıyorum... Cumhurbaşkanımızın dikkati olmasaydı, çorap söküğü gibi gelecek bir dizi tutuklamalarla karşılaşacaktık.
Böylece, 17/25 Aralık girişimi ve 15 Temmuz kalkışmasıyla murat edilen “sonuç” erkenden ortaya çıkacaktı. Yani FETÖ “teknik nakavtla” (yargı birimlerinin operasyonuyla) ülkeyi teslim almış olacaktı.
İşaret fişeğini, eski MOSSAD şefi Ehud Barak çakmıştı...
Erdoğan eliyle MİT’in İran istihbarat örgütünün etki alanına sokulduğunu iddia etmişti. Arkasından FETÖ operasyonu gelmişti.
Barak’ın bir rahatsızlığı daha vardı:
Eski ilişkilerin (MİT, MOSSAD, CIA ortaklığının) bitirilmiş olmasından yakınıyordu ve “bazı önemli sırlar”ın her an İran’ın eline geçebileceği uyarısında bulunuyordu.
Bu bilgiler eşliğinde sormamız gereken soru şu:
Barak’ın bozulmasından korktuğu ortaklık hangi “ortak düşmana” karşı kurulmuştu? Ve Barak’ın korktuğu akıbet, kendisini bir “din oluşumu” olarak pazarlayan Fetullahçı çeteyi niçin korkutuyordu? Erdoğan bir seçim yapmış, MİT Müsteşarlığı’na Hakan Fidan’ı atamıştı. Bundan Fetullahçılara neydi?
Soruyu daha da netleştirelim:
MOSSAD, MİT’in neresindeydi?
Eski istihbarat elemanlarına sorarsanız, “istihbarat örgütleri arasında her daim bilgi alışverişi vardır” ve esasında bu durum pek de yadırganmaz. “Dost örgütler”, bazen ortak operasyona da kalkışırlar.
Dost ve müttefik Amerika’nın istihbarat örgütü CIA, uzun yıllar boyunca JUSMATT’ın faaliyetleri çerçevesinde içimizde çalıştı.
MOSSAD, 12 Mart muhtırasından sonra içimize girmeyi başardı ve 28 Şubat’tan sonra varlığını iyice pekiştirdi.
Bu “iç içeliğin” sorgulandığı dönemler de oldu elbette.
Mesela, Türkiye’deki darbelerin ve vesayet sisteminin, gücünü büyük ölçüde bu iç içelikten aldığı öne sürüldü; siyasi istikrarsızlığın arkasında hep dost istihbarat örgütlerinin parmak izi arandı. Bazı izler de bulundu.
12 Mart ve 12 Eylül dönemindeki faaliyetler kalemini hatırlayalım.
Paul Henze diye biri vardı... Dillere pelesenk olmuş “Bizim çocuklar işi başardı” muhabbeti vardı...
CIA ajanı Peck’in Çorum, Maraş ve Amasya’yı da kapsayan ama “istihbarata karşı koyma birimlerimizin” pek ilgisini çekmeyen faaliyetleri vardı...
Bu iç içelik, daha çok hangi ülkeye yontmuştur?
Milli İstihbarat Teşkilatı’mız, ne kadar “millî” kalabilmiştir?
Bilgi alışverişi temelinde bir ortaklık kurulduysa, “tek yanlı” bir bilgi akışı mı söz konusuydu?
Hemen aklıma, Menderes döneminin Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur’un itirafları geliyor: “Bizim milli emniyet teşkilatımız, elde ettiği bilgileri İngiliz ve Amerikan gizli servisleriyle paylaşıyor, karşılığında para alıyor...”
Korur’un tespitleri (itirafları) Milli Emniyet’e çeki düzen verme fikrini doğurmuştu. Örgüt, yeniden organize edildi. 27 Mayıs darbesinden sonra da “isim değişikliğine” gidildi ve MİT doğmuş oldu. (Ahmet Salih Korur’a ne oldu dersiniz? Ne olacak, İsmet Paşa döneminde temelleri atılmış “ilişkileri” faş ettiği için Yassıada Mahkemesi’nde yargılandı.)
MİT’in personel ihtiyacını uzun yıllar Genelkurmay Başkanlığı karşıladı.
Kâğıt üzerinde Başbakanlığa bağlıydı ama hep “yarı askeri” bir örgüt gibi çalıştı.
Bazı bilgileri de gizledi, Başbakanlıkla paylaşmadı.
Mesela, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, “MİT, darbe hazırlıklarından bizi haberdar etmedi” diye yakınacaktır. Özal, örgütün cuntalarla ilişkisini kesmek isteyecektir ama başarılı olamayacaktır.
Diyorum ki, MİT doğrudan siyaset kurumuna bağlandığı, dost istihbarat örgütleriyle (örneğin MOSSAD’la) tek yanlı bilgi alışverişine son verdiği, gerçekten de “millî” bir hüviyete bürünmek istediği için mi FETÖ’cülerin hedefindeydi?
Bu yüzden mi son zamanlarda başarılı operasyonlara imza atıyor?