Mısır’a karmaşa hakim. 25 Ocak 2011’de başlayan kitlesel ayaklanma, hayat boyu cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’i devirdi ve görünüşe göre dikta rejimini sarstı. İyimserlik galip geldi: “Arap Baharı” gelmişti, “devrim” ilerliyordu, halk diktatörü yenmiş ve özgürlüğe giden yolda uzun yürüyüşüne başlamıştı. Ulusal ve bölgesel siyasi konjonktüre daha fazla dikkat edilmesi hususunda uyaran daha ihtiyatlı sesler, saldırıya uğradı ve özetle dikkate alınmadılar. Kötümserlikle veya Batı çıkarlarını gözetmekle suçlandılar. Aynı sesler daha da ciddi şekilde Arap halkları ve onların kendilerini diktatörlük ve Büyük Güç diktasının çifte pençesinden kurtarabilme becerileri konusunda şüphelerini dile getirdiler. Mısırlılar, Tunuslular ve Yemenliler gibi kendilerini herhangi bir dış yardım olmaksızın özgürleştirmiş ve kaderlerinin kontrolünü kollektif şekilde ele geçirmişlerdi. Herhangi bir tereddüt göstermek kendinden ve “Arap ruhu”ndan, Tarih’in arkından şüphe duymak anlamına geliyordu: böylesi bir şüphe, doğası itibariyle suçluluk duygusunun ifadesiydi. Kitabım İslam ve Arap Uyanışı’nda, Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı sarsan isyanların kökeni ve hatta doğası konusunda duyduğum birkaç tereddütten bahsettim. Batı tarafından, komplo teorisi ürettiğim için, bunun yanında Arap ve Müslümanlar’ın çoğunluk olduğu ülkelerde, aynı sebeple birlikte Arap halkının cesaretine inancımın eksiliği dolayısıyla eleştirildim. Yine de...
Mısır’daki durum, bizleri geçtiğimiz ayların duygu yüklü iyimserliğini bırakıp olayları ve meseleleri oldukları gibi, daha dikkatlice düşünülmüş ve daha mantıklı biçimde incelemek zorunda bırakıyor. Halk hareketinin ta başından beri, kontrolü kaybetmeyen tek kurumun Silahlı Kuvvetler olduğu sonucundan kaçamayız. Biraz tereddütten sonra, bir yandan artık utanç kaynağına dönüşmüş bir liderden kurtulmak, diğer yandan da ayrıcalık ve imtiyazlarını korumak isteyen yetkililer ve özünde Mübarek taraftarı kabile arasındaki gerilimden dolayı, hiyerarşinin ilk kararı Tunus örneğini izleyerek müdahale etmemek ve diktatör devrilene kadar kitlesel protestolara izin vermek oldu. Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi (SKYK) devlet kurumlarının yeniden canlandırılmasının her aşamasını dikkatle izledi, hatta yönetti: parlamento seçimleri, yeni anayasayı hazırlamakla görevli komisyon, siyasi partilerin oluşturulması ve cumhurbaşkanlığı adaylarının seçimi, eski cumhurbaşkanının yargılanması vb. Asker bir kez bile icrai kontrolü bırakmadı ve yolun her adımında, siyasi partilerin ve sivil toplumun temsilcilerini bununla başa çıkmaya zorladı: adayların yanında, Müslüman Kardeşler ve Selefiler de tam katılımcılardı ve Silahlı Kuvvetler’in rütbeli subaylarının er veya geç yargılanacakları konusunda güvence verdiler. Ordu kurumuyla yapılacak her türlü olası anlaşmanın şartlarını belirlediler. Ordu ise sadece Mısır’ın “silahlı kuvvetleri”ni temsil etmiyor. Aynı zamanda ekonominin sayısız sektörüyle ciddi anlamda ilişkili bir finans dinamosuydu.
Gelişmeler son iki hafta içinde hız kazandı. Bir zamanlar sadece gölgelerde anlaşılanlar, artık en elverişli ve mükemmel hesaplanmış olarak gün ışığına çıktılar. Yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilmiş komisyon anayasaya aykırı bulundu ve durduruldu. İlk seçimlerde, Müslüman Kardeşler’in az farkla kazanmalarından sadece birkaç gün önce, ölüm döşeğindeki Hüsnü Mübarek müebbet hapse mahkum oldu ve oğulları serbest bırakıldı. Seçim sürecinin güvenilirliğinden emin olmak imkansız. İki tur arasında meclis, düzensizlikler yüzünden lağvedildi ve gelecekteki cumhurbaşkanının ayrıcalıkları önemli ölçüde azaltıldı; böylelikle asıl karar verme gücü artık askerdeydi. İki adayın da zafer ilan etmesiyle, sonuçların açıklanması ertelendi. Hükümler, cumhurbaşkanlığı seçiminin kurumsal ve yasal güvenilirliğini paramparça etti. Ordunun sözcüleri aceleyle, bu seçimin geçici olduğunu ve anayasa yazılıp meclis kurulduğunda yeniden seçim yapılacağını eklediler. Diğer bir deyişle seçim, boşu boşunaydı.
Tabii eğer niyet en başından beri askere, ülkenin ana siyasi güçlerinin inandırıcılığın mal olma pahasına kontrolü tamamen ele geçirmesi için zaman kazandırmak değilse. Müslüman Kardeşler, popülerliklerini büyük ölçüde yitirmelerine sebep olan bir dizi stratejik hata yaptılar; Selefiler bir dikkat dağıtma taktiği olarak işe yaradılar. Tunus’da olduğu gibi, diğer politik gruplar ya organize değil ya da derinden bölünmüşlerdi. Ayrıca bölgedeki uluslararası ilişkiler tarihini ilginç şekilde dikkate almayan aceleci analizlerin aksine, ABD ve Avrupa Birliği’ni Mısır askeri hiyerarşisine on yıllardır bağlayan güçlü bağları da unutmamalıyız. Suriye, Libya, Yemen, Bahreyn ve o kadar ciddi olmasa da Tunus’taki durum gibi, Mısır’daki durum endişe verici. Gerçek demokrasi söz konusu olduğunda hiçbir şey küçümsenemese da, Tunus’taki görece ilerlemenin diğer ülkelerin başarısızlıklarını maskeleyen bir sis perdesi görevi gördüğü ortaya çıkabilir.
“Arap Baharı”na ne oldu? Yaşanan tek gerçek devrim entelektüel bir devrim: bölge halkı, kendi kaderlerinin efendileri olabileceklerinin ve şiddete başvurmadan diktatörlükleri sonlandırabileceklerinin farkına vardılar. Bu göz ardı edilebilecek bir başarı değil ve ayrıca hepimizin tüm kalbiyle dilediği, sosyal ve siyasi devrimler için ihtiyaç duyulan şart. Büyük Güçlerin Suriye için bir çözüm bulmamaya karar verdikleri, diktatörlerin eski müttefiklerinin günümüzde halkların ve demokrasinin en yakın dostuna dönüştüğü, siyasi açıdan hiçbir şeyin henüz kazanılmadığı şu noktada; halkların seferberliğe devam etmeleri, geri adım atmamaları ve kör şiddet tuzağından kaçınarak, demokratik bir direnişin öncelikleri konusunda anlaşmaları hayati önem taşıyor. Mısır ordusu önlemlerini sertleştirmek için halkı şiddete yöneltebilir. Kitle hareketlerinin gücü, diktatörlere karşı sahip oldukları sarsılmaz birliklerinden geldi. Zayıflıkları ise, gelecek için ortak bir vizyon yaratma konusunda liderlik eksikliğinden kaynaklandı. Ulusal hareketlenmeler kendilerini bölgesel dinamiklerin, yeni Güney-Güney ekonomik ilişkilerinin kalbine yerleştirmeli ve gücünü yeni çok kutuplu uluslararası güç dengesinden almalı. Eğer Arap ayaklanmalarının enerjisi devrimsel güce dönüştürülecekse, Tahrir Meydanı’nda duyulan sesler rejimin sona ermesinden daha fazlasını istemeli ve direnişlerinin ulusal ve bölgesel boyutlarına daha büyük bir berraklık ve açıklıkla karar vermeli. Kitlesel hareket gerekli, fakat devrim ideali henüz tanımlanmadı. Devrim gelecek. *Bu yazı STAR Gazetesi için kaleme alınmıştır.