Doğruları yoksa niye yaşar ki insan bu dünyada?
Her şeyi hesap ederek, “aman başıma bir şey gelmesin” diye düşünerek nereye kadar gidebilirsin?
Onun gözüne gireyim, bunun yanında görüneyim kaygılarının sonu ne?
Bırak Allah’ını seversen, “onu söylersem böyle derler, bunu yazarsam şöyle zannederler” korkularını.
Senin gibi insan olandan korkuyorsun hep, farkında mısın?
Patronundan korkuyorsun mesela, ekmeğine vesile olan oyken, sen ekmeğinin kaynağı oymuş gibi davranıyorsun.
Senin o işe ihtiyacın var da, onun sana ihtiyacı yokmuş gibi bir mantık olabilir mi? Senin o işe ne kadar ihtiyacın varsa, o işin de sana o kadar ihtiyacı var.
Mecbur değilsin hiçbir şeye. Sana bir şey katmayan yerde durma, bir dakika bile…
“Düzelir” diye bekleme, düzelmez.
“Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçları elde etmeyi beklemek aptallıktır” der Einstein.
Çevrenden korkuyorsun;
Fikrimi söylerim ama ya eleştirirlerse, ya beni dışlarlarsa diyorsun.
Fikrinden dolayı eleştirilmekten, reddedilmekten korkma.
Eğer fikirlerinden dolayı bir sonuca katlanmak zorundaysan da katlan. Yani dışlayan dışlasın, beğenmeyen de beğenmesin. Fikirlerini bir başka ölümlü için saklamak zorunda kalmanın onursuzluğu bundan daha kötü değil mi?
Topluluk psikolojisine itiyor çevren seni, farkında değil misin?
Onlar gibi giyinmeye, onlar gibi olmaya, onlar gibi düşünmeye…
Sokaklara, caddelere, üniversite kampüslerine gidenler görecektir. Birbirinin kopyası saç-sakal modelleri, aynı renk, aynı model pantolonlar, ayakkabılar.
Çık artık şu saçma kalıplardan.
Yani milyonlarca insan aynı anda aynı renk pantolonu beğenmeye başlamış olamaz. Birbirinin aynı model saçın ilhamı gelemez aynı anda.
Korkma, çekinme, yürü o sürünün üstüne
Seni aynılaştırmaya çalışan, farklılaşırsan da iten, ötekileştiren herkesten, her şeyden uzak dur.
Dimdik ayakta dur ve sen tek de olsan, onlar yüzlerce de olsa öyle kal.
Bir yalanı, bir yanlışı binlerce kişi söylüyor diye o hakikate dönüşmüyor.
Eğer hakikat bildiğin şey oysa, sıkı sıkıya ardında dur.
Doğruların yoksa, kendi doğruların. Niye yaşıyorsun ki?
Kendi kararlarını al, kuzu gibi sana dayatılanları kabul etme.
Mesela “şunu yap, bunu et” diyenlere sebebini mutlaka sor. Neden öyle olması gerektiğini bilmeden denileni yaparsan bir robottan ne farkın kalır?
***
Yıllar önceydi, çocuktum, herhalde 10 yaşında filandım.
Oğuz Saygın isminde bir eğitmenin NLP teknikleri eğitimine katılmıştım
Eğitimin bir bölümünde bir gönüllü istedi, el kaldırdım.
Beni salondan çıkarıp beş dakika sonra geri aldılar.
Sahneye çıktım, bir beyaz peçete gösterip “Ne renk bu?” diye sordu Oğuz Saygın.
Ben “Beyaz” derken bütün salon tek bir ağızdan “siyah” diye bağırdı.
Şaşırmıştım, çünkü peçete beyazdı.
Tekrar sordu, bir yandan da bana mikrofon uzatıyordu.
Ben yine “Beyaz” dedim, salon “Siyah”ta ısrarcıydı.
Mikrofondan dolayı benim sesimi herkes duyuyordu, bu yüzden garip bir duygu yaşıyordum. İlk defa karşılaşıyordum bu duyguyla, kalabalıklara karşı çıkmanın verdiği onurlu yalnızlık.
Defalarca sordu Oğuz hoca, ben hep “Beyaz” dedim.
En sonunda “Neden herkes siyah dediği halde sen beyaz demeye devam ettin?” Diye sordu.
Cevabım basitti; “Çünkü peçete beyaz”.
Yıllar sonra öğrendim, Oğuz hoca tüm konferanslarında bu soruyu sorarmış. Sorduğu kişiler kalabalığa bir süre sonra yenilir, siyah demeye başlarlarmış. Çünkü birkaç “Beyaz” cevabından sonra kalabalığın kendinden emin haline bakıp “Bende mi bir yanlışlık var, ben mi yanlış görüyorum” diye şüpheye düşer, “Siyah” demeye başlarlarmış.
Oğuz Saygın, 10 yaşında bir çocuğu kişisel gelişim seminerinde görünce ilginç bulmuş, renk katayım diye beni seçmiş gönüllü olarak.Seçtiğine, seçeceğine de pişman olmuş çünkü ben kurgusunu bozmuşum doğru bildiğimden dönmeyerek.
Sadece ben değil, hangi çocuğa sorarsanız sorun, beyaza beyaz, siyaha siyah derdi.
Ama yetişkinler öyle değil. İnanmadıkları şeyi söylemeye ve kendilerine daha az güvenmeye öyle alışıyorlar ki, beyaza bir kere siyah demek, “yeter ki insanlar beni yadırgamasın, farklı görünmeyeyim, dikkat çekmeyeyim” düşüncesine girmek zor gelmiyor.
***
Yıllar önce içinde bulunduğum bir grup, sosyal medyada aktif bloggerlar yakın zamanda yazdığım bir yazıyı paylaşarak kendilerince bir linç kampanyası uyguladılar. Sebebi onların sistem karşıtı, hükümet karşıtı olması, benim ise hükümete yakın bir yayın organında yazar olup onların tabiriyle iktidarın borazanlığını yapıyor olmamdı.
Bir arkadaşımın linkini göndermesiyle farkında oldum, altındaki yorumları okumaya başladım.
Ofisime gelmiş, çayımı içmiş ya da zamanında benimle birlikte çalışmış olan birçok insan yorum yazmıştı.
Yorumlar öyle bir noktaya gelmiş, birbirini öyle tetiklemişti ki daha birkaç gün önce “Ömer Bey” diye başlayıp sevgi ve saygılarını belirtenler bile orada benimle ilgili olumsuz yorumlar yazmışlardı.
Yorumları okurken gülümsedim bolca. Zira kimse “bana şu yanlışı, bu haksızlığı yaptı” diyememişti, “bana hakaret etti, beni taciz etti, beni dolandırdı” diyebilen yoktu. En büyük suçum onlara göre “samimiyetsiz” olmamdı. “Bana samimi gelmiyor” diyebiliyordu en fazla suçlayanlar.
İşin garibi, beni destekleyenler özelden mesaj gönderebiliyor, açık alanda yazamıyorlardı, yazanlara da öyle bir baskı uyguluyorlardı ki hemen kaldırıyor ya da çark ediyorlardı. Despotizmden şikayetçi olan despotlar, Diktatör Erdoğan diye isyan eden minik diktatörcükler.
Yalaka olmuştum onlara göre, ben hükümete yakın yazılar yazdıkça ihaleler yağıyordu bana.
Buna da güldüm, çünkü iç dünyalarını yansıtıyordu yazdıkları, ihaleler yağmadıkça bir tarafı neden savunsundu ki insan?
Bir insanın inandığı değerleri hiçbir menfaate ihtiyaç duymadan savunabilmesi fikri saçma geliyordu onlara.
Mutlu oldum.
Ne diyelim, Allah herkese uğrunda maddi bir menfaat gözetmeden inanacağı değerler, savunacağı idealler nasip etsin.
***
Bu yazıyı neden yazdığımı da anlatayım. Normalde köşem benim için bu basit linçleri yazamayacağım kadar değerli benim için.
Ama Beşiktaş’ın yeni stadı Vodafone Arena’nın açılışını takip ettim, Başkan Fikret Orman’ın ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarını ve sonra atılan twitleri, yapılan paylaşımları. Gördüm ki adları sanları unvanları değişse de zihniyet hiç değişmiyor.
Bir araya gelince kendilerini süper güç zanneden, tek başlarınayken sesi çıkmayan sözde kahramanlar her alanda var.
“Deliye bulaşacağıma çalıyı dolaşırım” diyen sessiz, sakin insanları sindiren, baskınlıkla, zorbalıkla, despotlukla fikrini dikte etmeye çalışanlar.
Üniversitelerde kollektifler, stadlarda taraftar grupları, sosyal medyada “KorkmaLa BizizÇARŞI” heştegcileri, bir araya gelebildikleri her yerde ultra güçlüler, yeter ki birbirlerine yakın dursunlar. Olur da tek başlarına kalırlarsa süper güçleri yok oluyor, söylemler anında değişiyor.
Ama işte yüreklilik öyle kalabalığın içinde saklanıp da slogan atmakla olmuyor.
Hangi görüşte olursa olsun insan, tek başına bile kalsa savunabildiği sürece yüreklidir.