Cumhuriyetin ilânından aylar önce 1923 yılının başlarında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde işçi temsilcileri, sendika ve grev hakkının tanınması, sekiz saatlik işgününün, ücretli hafta ve bayram tatilinin, ücretli yıllık iznin, kıdem tazminatının, sağlık, kaza ve yaşlılık sigortasının kabul edilmesi, sağlık koşullarının düzeltilmesi, çalışma yaşamının resmî denetime tabi tutulması, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak benimsenmesi ve asgari ücretin saptanması çağrısında bulundularsa da, 8 Nisan 1923 tarihinde yayınlanan “9 Umde Beyannamesi”nde, işçilere yönelik herhangi bir vaat yer almadı. CHP’nin 1923 tarihli tüzüğünde de işçilere yönelik herhangi bir madde bulunmuyordu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programında ise, sermaye-emek ilişkilerinin düzenleneceği ve işçi ile işverenlerin haklarının aynı oranda savunulacağı belirtiliyordu. Parti işçilerin kâra katılmasına da taraftardı.
Geç kalan İş kanunu
CHP’nin ilk programında şu görüşlere yer verilmişti: “Milliyetçi Türk amelesi ve işçilerinin hayat ve haklarını ve menfaatlerini göz önünde tutacağız. Say [emek] ile sermâye arasında âhenk tesisi ve bir iş kanunu ile ihtiyaca kâfi hükümlerin vâz’ı, fırkanın mühim işleri arasında görülür.” Ne var ki, 1936 yılına kadar günümüzün artık alışılagelmiş yasası olan iş kanunu kabul edilmeyecektir. On üç yıl boyunca emekçiler kendilerini koruyan bir yasa olmadan çalışmak zorunda kalmışlardı. Eh, geç olmuş da güç olmamış diyenlere karşı en iyisi yasayı inceleyelim:
Grev yapana hapis cezası
Yasa, en az on işçi çalıştıran işyerlerinde ve bu işyerlerinde çalışan işçilerle bunların işverenlerine uygulanacaktı. İş kanunu, toplu iş sözleşmesi imzalanmasına imkân tanıyordu. Ancak, yasa grev ve lokavtı kesinlikle yasaklıyordu. Grev yapan işçilere para ve çeşitli hapis cezaları verilmesi de öngörülmüştü. Toplu iş sözleşmesi için temsilci işçi seçilecek, işçi ile işveren arasında anlaşmazlık çıkması halinde ise, İş İhtilâfları Hakem Kurulu’na gidilecekti. Bu kurul, anlaşmazlık halinde karar vermeye yetkiliydi. Ancak tarafların, bürokratlardan oluşan bu kurulun kararına karşı vali nezdinde itiraz hakkı vardı. Bu durumda bürokratlardan ve yargıçlardan oluşan İş İhtilâfları Yüksek Hakem Kurulu kesin karar organıydı. Zaten yasanın ömrü de kısa oldu; ikinci dünya savaşıyla birlikte pek çok hükmü yürürlükten kaldırıldı. Ancak savaştan sonradır ki, sosyal politika alanında CHP’nin güçlü bir atılım yaptığına tanık olacağız.
Gün geldi, devran değişti
Grevin yasak olduğunu gördük; peki ama sendika kurmanın yasak olduğunu nereden mi çıkarıyoruz? Basit, dönemin dernekler yasası, sınıf esasına dayalı dernek kurmayı yasaklıyordu. Bugün olduğu gibi alıştığımız bir sendikalar ve partiler yasası o dönemde hiç olmadı. Sendikalar da, partiler de, basitçe dernekler yasasına tâbiydiler; dahası sınıf esasına dayalı dernek kurmanın yasak olması, sendika kurulmasını imkânsız hale getiriyordu. Özetlemek gerekirse, Türkiye’de sendika kurulması ancak 1946 yılında, yani tek partili rejimin sonunda ve dernekler yasasındaki bu hükmün kaldırılmasıyla sağlandı. CHP, aradan geçen yıllardan sonra ülkede sınıf bulunduğunu kabul etmiş oluyordu. Ama tam da değil; çünkü bizzat İsmet İnönü bu değişikliği önerirken, “biz kendi programımızda sınıf mücadelesi istemeyen ve sınıf menfaatleri arasında âhenk arayan esasta kalacağız” diyordu. Dahası da vardı: Bu türden örgütlerin “kökü dışarıda” olmayacaktı, “yabancı aleti” olanlara izin verilmeyeceği gibi, “dini siyasete alet eden cemiyet ve partilere de kanun yoluyla karşı koymakta devam” edileceklerdi. Dernekler yasasında yapılan bu değişikliğin hiçbir şekilde öngörülemeyen çok önemli bir sonucu olacaktır. Gerçekten de, ne yasa tasarısının gerekçesinde, ne tasarıya ilişkin hazırlanan çeşitli meclis komisyonu raporlarında ve ne de mecliste yapılan görüşme ve tartışmalar sırasında, bu yönde bir gelişme olabileceği öngörülebilmişti.
Kanun çıktı 100 sendika kuruldu
Yasa değişikliği sonucunda artık sınıf esasına dayanan dernek ve siyasî partiler kurulabilecekti. Ancak bir önemli gelişme de adeta kendiliğinden sağlanmıştı: Bundan böyle işçilerin sendika kurmaları da mümkün olabilecekti. Bu, DP programında yer alan bir başka önemli talepti. Bu tarihten önce sendika tipi işçi örgütlenmeleri kesinlikle yasaktı.?İşçilerin bu imkândan yararlanmaları, yani sendikalar kurmaları için uzun zaman geçmeyecektir. Başta İstanbul, İzmir ve Zonguldak olmak üzere, işçilerin bulunduğu pek çok kentte, işçi sendikaları ve dernekleri kurulur. Çalışma Bakanı Sadi Irmak, mecliste yaptığı bir açıklamada, birkaç ay içinde yüze yakın işçi sendikası kurulduğunu açıklıyordu. Ancak bu durum geçiciydi. Aradan sadece altı ay geçtikten sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, İstanbul’daki önemli sendika merkezlerini kapatacak ve bu suretle sendikal etkinlikler büyük ölçüde azalacaktır. Zaten Irmak da, Amerikan sendikacılığının faziletlerini vurguluyordu. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, ‘46 Sendikacılığı’nın hızını kısa sürede kesecektir. Kısa bir süre önce kurulmuş olan sol/sosyalist partilerin denetiminde oluşturulan İstanbul İşçi Sendikaları Birliği ile İstanbul İşçi Kulübü ve sendikal yayınlar, 1946 yılının son günlerinde İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılır.
Milli Sendikalar Kanunu
Başbakan Recep Peker, sıkıyönetimin demir yumruğu altında ezilen sendikacılık hareketinin alternatifinin hazırlanmakta olduğunu müjdelemişti bile: “Millî telâkkilere aykırı ideolojik zihniyetlerin tesiri altında tutulmak istenen işçi meslek teşekküllerini, işçilerimizin yurtsever duygularına ve millî ruha uygun esaslar üzerinde kurmayı temin için bir millî sendikalar kanunu tasarısı hazırladık.” Irmak da eksik kalan yerleri tamamlıyordu: Sendikalar kısa zamanda gerçek görevlerinden uzaklaşmıştı; yeniden düzenlenmeleri gerekiyordu. Şöyle ki, bunların bir kısmı işçi sınıfıyla ilgisi bulunmayan kişilerin müdahale ve etkisine kapılmıştı, sendika yönetimlerine bu sınıfla ilgisi olmayanlar gelmişti. Tam bu noktada büyük çoğunluğu oluşturan “vatanperver, devletle işbirliği”ne hazır “işçilerimiz”, çalışma bakanlığına başvurarak, “[kendilerine] kesin rehberlik etmesini, devletin yardımını” istemişlerdi! Irmak’a göre sendikalar üç tipti: “Devlete karşı, devlet emrinde ve devletle beraber”. Sendika dediğin devletle beraber olmalıydı! “İşte, Türkiye’ye yakışacak ve Türk rejiminin hürriyet rejimine yakışacak olan bu çeşit sendikalardı.” Sendikalar siyasetle ilgilenmemeliydi ve “millî karakter” sahibi olmalıydı. Enternasyonalizm de yasaktı. Yasada şöyle denilmişti: “İşçi ve işveren sendikaları, sendika olarak siyasetle siyasî propaganda ve siyasî yayın faaliyetleri ile iştigâl edemezler ve herhangi bir siyasî teşekkülün maksat ve faaliyetlerine vasıta olamazlar. Sendikalar millî teşekküllerdir. Milliyetçiliğe ve millî menfaatlere aykırı hareket edemezler.” Irmak’a göre, “Türk sendikalar kanunu, milliyetçi ve devletçi bir dünya görüşünün mantıki bir neticesi”ydi. Benimsenen yasada grev yine yasaklanmıştı.
Grev hakkı, “irtica”dır arkadaşlar!
1950 yılında bu konu yeniden tartışıldı. DP, bayağı kısıtlı bir şekilde de olsa grevin serbest kalmasından yanayken, CHP bu fikre tamamen karşı çıkmıştı. Dönemin Çalışma Bakanı Reşat Şemsettin Sirer, devletçiliği temel slogan olarak kabul ettikten sonra grev hakkı tanımanın “irtica” olduğunu belirtiyordu! Ancak kırk, elli, hatta otuz yıl öncesinin modası olan liberal düzene geri dönülecekse greve de, lokavta da gerek olurdu. “Ama eğer irtica yapacak olursak.” Fakat Sirer, “Hiçbir noktada irtica yapmayacağımız için, devletçiliğin, devlet hakemliğinin bulunmadığı hallerde, zümre mücadelesi için belki lüzumlu birer silâh olan grev ve lokavta ihtiyaç olmayacaktır. Devlet, emeğin de, sermayenin de arasında âdil bir hakem olacaktır. Emeği de, sermayeyi de koruyacaktır.” diyor ve şöyle devam ediyordu: “Kemalist rejimin kurulmasında, yerleşmesinde tarihî bir vazife almış olan benim mensup bulunduğum siyasî heyet, bu altı umdede irtica yapmak niyetinde olmadığından devletçilikte, devletin vazifeleri telâkkisinde de irtica yapmayacağımıza göre, bizim mesuliyetli bulunduğumuz zamanlar içinde sınıflar mücadelesi olmayacaktır. Sınıflar, nefretle, kinle, grev ile lokavt ile birbirlerinin karşısına geçmeyeceklerdir. Bu devlet buna meydan vermeyecektir. Bu sebeple mücadele silâhlarına da lüzum olmayacaktır.”
CHP ve grev hakkının tanınması
Grev hakkı için Bülent Ecevit’in çalışma bakanlığını, yani 27 Mayıs sonrasını beklemek gerekecektir. CHP Türkiye’de ilk kez grev hakkını tanıyan parti olarak hatırlanabilir; doğrudur da. Ne var ki, filmin son karesine bakarak bir saptamada bulunmak doğru değildir; hele tarihsel süreci gözden kaçırmak pahasına. CHP’nin işçi hakları konusundaki adımları, tek partili rejim değişikliğinden sonra başlamış, sosyal politika önlemleri 1950 öncesinde yoğunlaşmıştı. Bir sonraki atılım da 60’lı yıllara rastgelecektir. Bu dönemde işçilerin artan siyasî etkinliği elbette gözden kaçırılmamalıdır.
Okuma notları
Türkiye’nin sosyal tarihine ilgi duyanlar, Ahmet Makal’ın büyük bir titizlikle hazırladığı iki kitabını muhakkak okumalıdırlar: “Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946 ve Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963. Yazarın en son çıkan “Ameleden İşçiye” çalışması da unutulmamalıdır. Özel olarak bu yazının konularını merak eden okuyuculara; benim “Geçmişiniz İtinayla Temizlenir” kitabımda yazdıklarımı; bir de yeni yayınlanan “İktidar ve Demokratlar” kitabımı öneririm. “Türkiye’de Millî Şef Dönemi”nde ise ikinci dünya savaşı yıllarındaki çalışma hayatının güçlüklerini çoktan yazmıştım. Türkiye’de emek tarihine, sosyal politika tarihine yönelik yayınlar son zamanlarda biraz hız kesmişe benziyor(du). Ama artık yeniden hatırlandı; geçmişe yönelik olsun, günümüzde olsun çalışanların da hatırlanmaya değer bir tarihi olduğu belki yeniden keşfedilecek gibi. Sosyal tarih hakettiği ilgiyi muhakkak bulacaktır.