Bundan iki yıl kadar önce Fransa’da yaşanan bir hukuki süreci hatırlayarak başlayalım konuya.
O sırada Fransa’nın Cumhurbaşkanı, bizde (haklı sebeplerle) pek sevilmeyen Nicholas Sarkozy idi. Mösyö’nün kafayı taktığı meselelerin başında da “Ermeni Soykırımı’nı inkar etmeyi yasaklamak” geliyordu. Nitekim bunun için uğraştı, kanun hazırlattı ve Aralık 2011’de parlamentodan geçirdi. Yani, Fransa toprakları üzerinde “Ermeni techiri bir soykırım değildir” demek suç oluverdi!
Ancak iş burada bitmedi. Sarkozy’nin yasası, oranın Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Ve konuyu inceleyen mahkeme, 28 Şubat 2012 tarihli kararıyla yasayı iptal etti. Sebep, yasanın “fikir özgürlüğüne yönelik bir saldırı” oluşturmasıydı.
O zaman bu meseleye dair Star’da şunları yazmıştım:
“Siyaset teorisi açısından enteresan bir durum var karşımızda: Fransız halkının demokratik iradesine yaslanan bir meclis kararı, hukuka yaslanan bir anayasa mahkemesi tarafından iptal edildi. Yani, ‘milli irade’, bir ‘hak ve özgürlükler’ çerçevesi tarafından sınırlandırıldı. Ve çok iyi oldu.
İyi oldu, çünkü her ne kadar ‘milli irade’ çok önemli bir değer olsa da, ‘en üst siyasi değer’ değildir. En üst siyasi değer, hak ve özgürlüklerdir. Milli irade, bu hak ve özgürlükleri ihlal etmediği sürece meşrudur.” (“Demokrasi özgürlük olmayabilir,” Star, 5 Mart, 2012)
Ben, açıkçası, son haftalarda yaşanan Anayasa Mahkemesi tartışmalarına da biraz böyle bakıyorum. “Milli irade”yi temsil eden Meclis ile Anayasa Mahkemesi arasında ihtilaf çıktığında, hangisinin “hak ve özgürlük” savunduğuna bakıp öyle hüküm veriyorum.
İki itiraz
Bu yaklaşıma iki muhtemel itiraz gelebilir ki, ikisine de değineyim.
İlki, Türkiye’nin yakın geçmişinin her demokrata kazandırdığı bir refleks: “Yargı vesayeti”ne karşı “milli irade”yi savunmak. Bu, yakın zamana dek, benim de ısrarla sahiplendiğim bir tutum idi.
Ancak dikkat edersek, karşı çıktığımız o eski “yargı vesayeti”, hak ve özgürlükleri korumak için var değildi; “Atatürk ilke ve inkılaplarını korumak” için vardı. Bu Kemalist prensipler uğruna hak ve özgürlükleri hoyratça çiğniyordu hatta. Örneğin Meclis başörtüsüne özgürlük getiriyor, Kemalist Anayasa Mahkemesi ise bu hürriyete set çekiyordu.
Ancak bugün Anayasa Mahkemesi, gerek Cumhurbaşkanı Gül’ün yeni atamaları gerekse kendi içindeki zihniyet dönüşümü ile epey değişmiş durumda. Kemalist bir “rejim bekçisi” olmaktan ziyade, AİHM içtihatlarına yaslanan bir evrensel hukuk bekçisi gibi duruyor.
O yüzden de bence eski reflekslerimiz bugüne tam oturmuyor.
Bu konudaki ikinci muhtemel itiraz, “milli irade”den bağımsız “hukuk” diye bir mefhumun zaten var olmadığıdır. Öyle ya; anayasayı ve yasaları da yapan merci sonuçta Meclis olduğuna göre, Meclis’in üzerinde subjektif bir “hukuk” nasıl vehmedilebilir?
Popüler düzeyde epey tutan bu argümanın entelektüel savunuculuğunu da “evrensel hukuk”a dudak büken “demokrat” kalemler yapıyorlar. Örneğin, eğer yanlış anlamıyorsam, Etyen Mahçupyan böyle bir görüş savunuyor; toplumun kendisinden başka bir hukuk kaynağı olmadığına inanıyor.
Bu “demokrat” zihniyete karşılık ben kuşkusuz “liberal”im; yani toplumları aşan, onların siyasi ve kültürel eğilimlerine teslim edilemeyecek evrensel haklar olduğuna inanıyorum.
Dahası, İslâmî hukuk anlayışının da (bazılarının sandığının aksine) felsefi düzeyde “demokrat” değil, “liberal” anlayışa yakın düştüğü kanısındayım. Çünkü İslam’a göre “haklar”ın kaynağı mahlukat değil, Halik’tir. Toplum, ancak Makasıd-ı Şeria’yı oluşturan bu haklara riayet etmesi ölçüsünde övgüye veya yergiye layık olur. Toplum, sadece toplum oluşundan kaynaklanan bir haklılığa sahip değildir yani.
Keşke sıcak siyasetin gündemine hapsolmasak da, bu gibi felsefi meseleleri biraz daha konuşabilsek.