Bayrak krizi konusunda önce yazı yazmak istemedim, bu konulara girmeyi sevmiyorum ama tartışmalar öyle bir noktaya geldi ki yazmamak olanaksız hale geldi, bu aşamada da bir anda da rehine krizi ortaya çıktı ancak ben yine bayrak krizi hakkında, daha doğrusu insan malzememiz, beşeri sermayemiz krizi konusunda bir şeyler söylemek zorundayım.
Mesele malum, detaylarına girmiyorum ama bayrak kavramı bir devletin egemenlik simgesidir, herkesin bu simgelere saygı göstermesi esastır, bu saygıyı göstermeyenler, bu simgeye asgari düzeyde bile olsa özenli davranmayanlar densizlerdir, hoş görülmesi mümkün değildir, yasalar da zaten bu saygısızlığı gösterenler için kabul edilebilir cezalar öngörmüştür.
Şimdi, bizim, bu bayrak indirme saygısızlığı, sadece saygısızlık değil, kanunların belirlediği bir suç karşısında nasıl tepkiler verdiğimize bir bakalım.
MHP Genel Başkanı, açık açık, lafını hiç sakınmadan, direğe tırmanan kişinin öldürülmüş olmasını tercih edeceğini açıkladı.
Aynı partinin başka sözcüleri de bu tercihi ısrarla vurguladılar, güvenlik güçlerinin bu kişiyi öldürmemiş olmasını askerin, polisin eksi hanesine yazdılar.
Askerin eksi hanesine yazılması gereken, benim de anlamakta zorlandığım konu nizamiye sonrası bir bayrak direğine bu kişinin nasıl tırmanabildiği, bırakın tırmanmayı, bayrakla beraber aşağıya inip yine nizamiyeden elini kolunu sallayıp çıkabilmiş olması, bu durum, öldürülmemiş olması değil, yakalanmamış olması gerçekten çok ama çok tuhaf, insanın aklına bin türlü komplo teorisi gelebiliyor.
Anamuhalefet Partisi Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu da, başka CHP’liler de bu konuda Sayın Bahçeli’den aşağı kalmak istemediler, muhtemelen tabanlarının böyle istediklerini düşünüyorlar, hep öldürme, cinayet tamtamları çaldılar.
Sayın Başbakan da bu koroya katılır gibi oldu önce ama “taçlanan baş akıllanır” ifadesinin belirttiği gibi Sayın Erdoğan’ın tepkisi cinayet kışkırtıcılığına kadar varmadı, daha makul seviyelerde kaldı.
Dün (11 Haziran) elime bir Sözcü gazetesi geçti, gazetenin tanınmış yazarlarının bir bölümü de olay karşısında “neden o adam öldürülmedi?” çizgisindeler; maalesef bu tepki toplumun azımsanmayacak bir kesimine de hakim.
Oysa, söz konusu suç Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 300. maddesinde tanımlanmış ve alt sınır olarak bir yıl, üst sınır olarak da üç yıl hapis cezası öngörülmüş, yasanın ilgili bölümünü aşağıya aktarıyorum.
“Devletin egemenlik alametlerini aşağılama
Madde 300- (1) Türk Bayrağını yırtarak, yakarak veya sair surette ve alenen aşağılayan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu hüküm, Anayasada belirlenen beyaz ay yıldızlı al bayrak özelliklerini taşıyan ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenlik alameti olarak kullanılan her türlü işaret hakkında uygulanır.”
Şimdi gelelim en kritik noktaya.
TCK’nın üst sınır olarak üç yıl hapis öngördüğü bir suç karşısında birileri nasıl olabilir de kamu güvenlik görevlilerine “O adamı neden öldürmediniz, alnından neden vurmadınız?” diyebiliyorlar, unutmayalım bu da, bayrağa saygısızlık kadar, çok ciddi bir suçtur.
Bir suçun, mesela Türk bayrağını aşağılamanın cezasını yargı erki kanunlara dayanarak verebilir, bir askerin, bir polisin bu cezayı o kişiyi infaz ederek vermesini önermek hukuk devletinde düşünülemez açık açık cinayete teşvik suçudur, savcıların harekete geçmesini gerektirir.
Ölüm tamtamları çalanların önemli bir bölümü de TBMM üyesidir, eğer böyle düşünüyorlar ise, bugüne kadar TCK 300’ün düzenlediği suç için ağırlaştırılmış hapis cezasını yasama organında neden teklif etmediler?
Bu sorunun yegane cevabı paçalardan akan bir ucuzlukla popülizm yapıldığıdır.
Dünyanın hiçbir medeni ülkesinde polis ya da asker bir suçun cezasını, meşru ve yasal nefs-i müdafaa durumları hariç, kendisi vermez.
İstanbul Barosu, düşünebiliyor musunuz, avukatlar, hukukçular örgütü, yayınladığı bir bildiriyle, Bahçeli, MHP çizgisinde açıklamalar yaptı ama bildirinin hiçbir yerinde cinayet, adamı alnından vurarak indirme önerilerinin hukuk karşısında kepazeliğini vurgulamadı.
Böyle başa böyle traş.