Sabır elbette güzeldir, lakin haksızlığa sabretmenin de bir sınırı var. Beşar Esad’la yapılan röportajın ardından, Türkiye’nin mezhepçi politika izlediğine dair tezler bir anda ortaya saçılmaya başladı.
Yazının sonunda söyleyeceğimi başında yazayım. Türkiye, bu coğrafyada asla mezhep temelli yahut bir mezhebi diğerine kırdırma esasına dayalı bir politika izlememiştir. Dün ya da bugün olmadığı gibi, yarın da böyle bir politika izleyeceğine dair en küçük bir işaret yoktur. Beşar Esad, böyle bir mesajla, Türkiye’nin kendi içindeki kırılgan fay hatlarına ince dokunuşlar yaptığını düşünmekte, maşallah kıymetli münevveranımız da bu değirmene insafsızca su taşımaktadır.
Esad’ın arkasına takılıp bunu söyleyenlerin insaftan yoksunlukları kadar cehaletleri de dikkat çekici. Suriye Nusayrilerini İran’la aynı mezhepten sayan, Tahran-Şam ittifakını bir ‘Şii ittifakı’ olarak gören zihniyet ve cehaletle neyi nereye kadar tartışabiliriz, hayli kuşkulu. Paranteze alıp söyleyelim. Suriye’de yaşayan Nusayriler, bizzat geleneksel Şii uleması tarafından dışlanmıştır. İnanç ve anlayış olarak Hıristiyanlıktan bir hayli etkilendiklerini de söyleyebiliriz.
Dolayısıyla Tahran-Şam ittifakı kelimenin tam anlamıyla siyasi içeriklidir. Biri diğerini zor zamanlarda yaslanacağı bir bölgesel güç, diğeri onu Lübnan başta olmak üzere bölge politikalarının sıçrama tahtası olarak görmektedir.
Birilerinin kafasında ciddi bir Şii-Sünni çatışması tezi olduğu doğrudur. Bu tezin uluslararası bazı merkezlerde hayli umut bağlanan bir kapı olduğu da doğrudur. Öte yandan Şii bloğun lideri olarak İran’ı, Sünni bloğun lideri olarak Türkiye’yi sahneye sürme çabası, her şeyden önce Ankara’nın siyasi basiretinin ve aklının asla geçit vermeyeceği bir bataklıktır. Hadi geçtim Türkiye’yi, şu haliyle Suudi Arabistan bile böyle bir role/ateşe kendisini atmayacak kadar ciddiyet sahibidir.
Eğer Türkiye’nin mezhep temeline dayanan politika izlediği iddiası Irak örneğine dayanıyorsa, kimse kusura bakmasın bu da cehaletin bir başka boyutudur. Birincisi, Türkiye 2006 yılının son Milli Güvenlik Kurulu toplantısından itibaren Irak’taki tüm siyasi aktörleri muhatap alan bir politika izlediğini resmen ilan etmiştir.
İkincisi, ‘mezhepçi’ ilan edilen Türkiye, Irak siyasetindeki tüm Şii aktörlerin yeri geldiğinde değil, her zaman kapısını çaldığı bir adrestir. Bari birazcık yorulun ve mesela son bir yılda sadece Irak’tan kaç Şii lider misafirimiz olmuş ve ne düzeyde ağırlanmış, onu görün.
Üçüncüsü, oturduğu koltuğu sahici ve bölgede/dünyada kendisini kullanan aktörleri samimi zannedip bizi hedef alan Irak’ın Şii Başbakanı Nuri El Maliki, daha düne kadar Ankara’dan iktidar devşirmenin peşindeydi.
Doğru anlayalım. Mezhep konusunun Türkiye’de bir sorun teşkil etmediğini, her şeyin güllük gülistanlık olduğunu iddia etmiyorum. Yahut kimi yarım akıllıların sürekli olarak bu tuzaklara gönüllü atlama hevesini de inkar etmiyorum. Söylediğim şu: Türkiye’deki devlet aklı kesinlikle mezhepler üstü bir politika izlemektedir ve doğru yapmaktadır.
Hatırlatacağım ise şu: Eğer gerçekten birilerinin iddia ettiği gibi mezhep temelli bir politika izliyor olsaydık, yahut gün gelir içimizdeki insafsızların aklına uyup böyle bir adım atarsak; işte o zaman bu coğrafyada barışı tesis etmek mümkün olmaz.
Türkiye, siyasi sınırlarını asla tartışmadan/tartıştırmadan, doğal sınırlarında etkin olmaya başladığı andan itibaren saldırıya uğramaya ve bedel ödemeye başladı. Bundan sonra Türkiye’nin savunma hattı Şam’dır, Halep’tir, Erbil’dir, Kerkük’tür. Topraklarında oturup kendisine bela ihracını bekleyen değil, savunma hattını dışarıda kuran bir anlayışla hareket etmektedir.
Eksiğiyle, zaaflarıyla beraber söylüyorum. Bu doğru bir yoldur. 27 Mayıs’tan bu yana içimize çöreklenmiş Baas çocukları anlamasa da böyledir.