Lafın tamamı akıllıya denmez.
Lafın uzunu da akla ziyan.
Gerçi ne söylersen söyle, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır.
Seni birileri yanlış anlamak istiyorsa anlamaya devam eder.
Dahası ve en kötüsü seni yanlış anlatmayı da varlık sebebi addeder.
Olsun biz gene bu bahiste ne düşündüğümüzü yazalım.
Herkes kendi meşrebine, niyetine ve akli melekelerine göre nasıl anlıyorsa öyle anlasın.
Nasıl anlatmak istiyorsa da öyle anlatsın.
Muhammed Ebu Zehra’nın muhteşem “Mezhepler Tarihi” kitabını okuyanlar bilirler ki fıkhi ve itikadi mezhepler dinin farklı okumalarından ortaya çıkan gerçekliğimizdir.
Peygamber (sav) döneminde mezhepler yoktu.
Sahabeler hiçbir ekole mensup değildi.
Zira aralarında Peygamber (sav) vardı.
Başuçlarında Kur’an vardı.
O Kur’an ayetlerini birinci ağızdan yorumlayan Resul vardı.
Aralarında bir ihtilaf çıktığında veya ayetleri nasıl anlamaları gerektiği konusunda şüpheye düştüklerinde Resul’e başvururlardı.
Sonradan siyasi ihtilaflar ve savaşlar başladı.
Saflaşmalar ve tarafgirlikler kanla sonuçlandı.
Hz. Ali’nin Şiası, yani taraftarları ile Muaviye’nin taraftarları arasındaki kanlı hesaplaşma sonucunda saltanat dönemi başladı.
Hilafetten saltanata geçişten sonra siyasi kamplaşmalar kaçınılmaz olarak siyasi yorumları derinleştirdi.
Şiilik diye tanımladığımız ekol, Hz. Ali efendimizin taraftarlığının doğurduğu bir ekoldür.
Şia, taraftar demektir.
Bu taraftarlık, yorum düzeyinde itikadi farklılaşmaları getirdi.
Hz. Ali Şiası, Peygamberden sonra hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu, ancak bu hakkın hile ve kılıç zoruyla gaspedildiği inancına sahiptir.
Ehli Sünnet Ve’l Cemaat olarak adlandırılan (Sünnilik) ekolü Hz. Ali’den yana olmakla beraber sahabi olması hasebiyle diğerlerinin suçlanmasını doğru bulmayan bir inanca sahiptir.
Süreç içerisinde kutsal metinlerin okumalarından farklı içtihatlar neşet eder.
Akaid ve kelam bahsinde bu farklı anlamalar beraberinde ciddi tartışmaları getirir.
Sünni ekolü içinde Maturidilik ve Eşarilik genel kabule dönüşür.
Şii ekolde de benzer mezhepler ortaya çıkar.
Diyeceğim o ki itikadi konularda her iki ekol içinde bazen birbirine benzeyen bazen de tamamen zıt mezhepler ortaya çıkar.
Bu süreçte farklı mezhepler birbirlerini sapkınlıkla suçlarlar.
Fıkhi mezheplerin ortaya çıkışı da aynı koşulların ürünüdür.
Sünnilikte dört mezhebin genel kabule dönüşmesi süreci zaman içinde olmuştur.
Bu dört mezhebin her konuda birbirinin aynı düşünmediğini söylemek bile gereksiz.
İbadet ritüelleri bile farklıdır.
Namazda biri elini şöyle tutar diğeri böyle tutar. Veya tutmaz.
Kiminin içtihadına göre vücudun herhangi bir yerinden çıkan kan abdesti bozar (Hanefilikte), kimine göre kan hiçbir şekilde abdesti bozmaz (Şafilikte).
Hanefi mezhebine göre kadın eli sıkmak abdesti bozmazken Şafii mezhebinde erkek elinin kadın eline değmesi abdesti bozar.
İlahir...
Bu yüzdendir ki İslâm dünyasında uzun süre Hanefilerin camisi ile Şafilerin camisi ayrı olmuştur. Halihazırda da buna benzer farklılıkların devam ettiği yerler var.
Şii dünyada da Peygamberimizin (sav) ehli beytinden güzide bilge torunu Cafer-i Sadık efendimizin meşhur fıkhi mezhebi vardır.
İmam Cafer, İmam Ebu Hanife’nin de hocalığını yapan bir büyük müçtehittir.
Caferilik diye adlandırılan fıkhi mezhebin mensubudurlar; başta İranlılar olmak üzere Irak, Lübnan vb. ülkelerdeki Şiiler...
Burada dikkat çekmek istediğim husus şu:
Şiiler kendilerini gerçek İslâm’ın temsilcileri olarak görürler.
Bir başka deyişle kendilerini “fırka-i naciye” yani kurtulan fırka, sairlerini de “fırka-i dalle”, yani yoldan çıkanlar/sapkınlar olarak görürler.
Şii ortodoksinin üzerine oturduğu bu inancın aynısına Sünni anlayışta da rastlanır.
Kendilerini sadece ve yalnızca hak, ötekilerini batıl olarak gören bu anlayış ne yazık ki mezhep çatışmalarını gündeme taşımıştır.
İşin gerçeği bu.
Sorulması gereken soru şu:
Biz bugün bu anlayışı sürdürecek miyiz sürdürmeyecek miyiz?
Sürdürürsek birbirimizin kanına ekmek doğrar, İslâm düşmanlarını da sevindiririz.
NE SÜNNİLİK DİNİMİZDİR NE ŞİİLİK
Kur’an çok açık biçimde “Mü’minler kardeştir” der.
Dinleri bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir ama kimi siyasi, itikadi ve fıkhi konularda birbirinden farklı düşünen toplulukları biz hangi hakla birbirinin düşmanı sapıklar olarak suçlayabiliyoruz?
Temel müşterekleri bir olan toplulukları birbirinin hasmı kılan her anlayış özü itibariyle Kur’an’la çelişir.
Her birimiz kendi mezhebimizi hak olarak görebiliriz.
Hatta “en hak” ve “en doğru” görebiliriz.
Bu meşru bir bakış açısıdır.
Lakin hiçbirimizin kendi mezhebini “tek hak”, tek doğru” olarak görmeye ve bu cümleden olarak başka mezhepleri “sahte, sapık, din dışı” görmeye hakkı yoktur.
Bunu yapanlar Müslümanlar arasında mezhep kavgalarına sebebiyet verirler.
Ve kim yaparsa yapsın İslâmi vahdete zeval verir.
Kendi mezhebini dinin yerine ikame eden her anlayış dinin kendisine zarar verir.
Hiçbir mezhep veya dinin hiçbir yorumu dinin bizatihi kendisi değildir.
O yüzden hiçbir Müslüman kendini “gerçek İslâm’ın temsilcisi”, başkalarını da imha edilmesi gereken sapık olarak görme yanlışına düşmemelidir.
Şiiliği Sünniliğin karşısına dikip çatıştırmak isteyen Şiicilik anlayışı ne kadar yanlış ve zararlıysa Sünniliği Şiiliğin karşıya dikip çatıştırmak isteyen Sünnicilik anlayışı da bir o kadar yanlış ve zararlıdır.
Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın tarihin acı tecrübelerinden ve yıkımlarından süzülerek söylediği şu sözleri tüm Sünni ve Şii Müslümanlar rehber edinmelidirler:
“Bizim ne Sünnilik diye bir dinimiz var, ne Şiilik diye bir dinimiz vardır. Bizim dinimizin adı İslâmiyettir. Hepimiz birbirimizin kardeşiyiz.”
İslâmi vahdet isteyen herkesi asıl bu bilinci kuşanmaya çağırıyorum.