Önceki gün Lübnan’ın başkentindeki İran Büyükelçiliği’ne düzenlenen bombalı saldırıyı belki Türkiye’de çoğu kişi duymamış bile olabilir. Yirmiden fazla kişinin hayatını kaybettiği saldırıyı Avrupa medyasında “aşırı Sünni”olarak nitelenen bir örgüt üstlendi gerçi ama gerek İran gerek Hizbullah olaydan İsrail’i sorumlu tuttuklarını açıkladılar. Bu bir Ortadoğu klasiği. Başınıza ne gelse İsrail’i suçluyorsunuz. Çünkü İsrail tarafından hedef alınmış olmak size meşruiyet sağlıyor. Bir de böylece karşınızdaki gücü İsrail’in işbirlikçisi olarak yaftalamış oluyorsunuz. Bir taşla iki kuş...
Ama aslında gerek İran ve Hizbullah gerekse Suriye yönetiminin açıklamalarında ima veya işaret edilen ülkenin Suudi Arabistan olduğunu anlamak için fazlaca gayrete gerek yok. Zaten Beyrut’ta meydana gelen olayın ertesi günü Suudi Arabistan’ın Irak sınırına atılan havan mermilerinin de doğru adresi bulduğunu düşünenler çok fazla. Iraklı Şii bir grubun üstlendiği bu “uyarı eylemi”ni belki “adresi biliyoruz” açıklaması olarak da okumak mümkün. Buna karşılık, olayla ilgili suçlanan tarafın da Beyrut saldırısını aslında İran’ın kontrolündeki güçlerin yapmış olabileceğini ima eden açıklamaları var.
Bütün bunlar iki tarafın üçüncü taraflar nezdindeki masumiyetlerini göstermeye yönelik çabaları. Yoksa bir ucunda Suudi Arabistan’ın, öbür ucunda İran’ın yer aldığı bir büyük bloklaşmanın başta Suriye olmak üzere sıcak temas ortamları da bulabildiği bir dönemden geçtiğimizin herkes farkında. Mezhep ayrışması zeminindeki bir gerilim üzerinde inşa edilen bu bloklaşmanın hem bölgemiz hem de bütün İslam alemi için bir felaket habercisi olduğunu fark edenler de eksik değil.
Hatırlayacak olursanız, Suriye savaşının başladığı dönemde Türk hükümeti bir taraftan bütün iç ve dış tazyiklere karşı direnerek kendisini bu savaşın dışında tutmaya çabalıyor, bir taraftan da bölgede oluşturulmak istenen mezhep gerginliğine dayalı bloklaşma tehlikesine dikkat çekmeye gayret gösteriyordu. O dönemde gerek Başbakan Erdoğan gerekse Dışişleri Bakanı Davutoğlu ısrarla “bölgede mezhep ayrışmasına dayanan yeni bir soğuk savaş bloklaşması” oluşturulmak istendiğine dikkat çekiyor, Türkiye’nin bunu kabul etmeyeceğini ve bu bloklaşma içinde yer almayacağını yüksek sesle ifade ediyorlardı. Suriye savaşının derinleşmesi ve Türkiye’nin de buradaki saflaşmada ister istemez bir tarafta yer alması sonrasında bu konudaki yaklaşımımız bir süre yüksek sesle ifade edilemez oldu belki ama Türkiye’nin dış politikası bugünlerde yeniden bölgedeki mezhep bloklaşması tehlikesini bertaraf etmeye yönelik bir pozisyon almış bulunuyor.
İran ve Irak’la ilişkilerimizin seyri bunu gösteriyor. Haddizatında Suriye savaşının etkilerinin burada en sıcak şekilde yankılandığı günlerde bile Türkiye aslında bu savaşta karşı cephemizde yer alan İran ile diğer alanlardaki ilişkilerini ciddi anlamda bozacak bir tutum almadı. İran da aynı şekilde davrandı. Bir diğer sınır komşumuz olan Irak’ın Şii yönetimiyle yine Suriye savaşı sırasında -ama bundan başka sebeplerin de etkisiyle- bozulan ilişkileri şimdilerde tamir etmeye girişmiş bulunuyoruz.
Bu gelişmeyi büyük ölçüde ABD’nin Suriye konusunda Rusya ile işbirliği içinde bir çözüm arayışına girişmesi ve aynı zamanda İran’la arasında 1979’dan bu yana devam eden ihtilafı sona erdirmeye yönelmesiyle paralel görenler var. Ama Türkiye’nin değişen dengeler çerçevesinde kendi milli çıkarlarına uygun bir politikaya yönelmiş olması olarak değerlendirmek daha doğru.
Lübnan’daki patlamaya dönecek olursak... Bunun sıradan bir terör eylemi olmadığını, gerçekleştirilme tarzına bakan uzmanlar söylüyorlar. Siyasi analistler ise olayın arkasında Suriye’deki savaşı Lübnan’a taşımak isteyen güçlerin böylelikle meseleyi bölge çapında bir mezhep çatışmasına dönüştürme arzusunun yattığını düşünüyorlar. Bu doğruysa -ki birçok emare doğru olduğunu gösteriyor- Beyrut’ta İran Büyükelçiliğine yapılan saldırının bir anlamda Türkiye’nin dış politika hedeflerine de yönelik olduğunu söylemek yanlış olmaz.