Dünyada kurulmak istenen yeni düzeni anlamak için, yakın geçmişe biraz daha dikkatlice bakmakta fayda ola gerek.
2. Dünya Savaşı'ndan sonra, (Birinci'sinde olduğu gibi) İkinci Dünya Savaşı'nda da ağır şekilde yenilgiye uğrayan Almanya, Doğu ve Batı diye ikiye ayrılmış, Batı'dakine 'Federal Almanya' denilmiş, Doğu'dakine de 'DDR Almanya Demokratik Cumhuriyeti' (Almancasıyla kısaca DDR) denilmişti. Federal Almanya, başta Amerika olmak üzere, İngiltere, Fransa gibi kapitalist sistemle yönetilen devletlerin yönetimine girmişti; 'DDR' de, Sovyet Rusya'nın kontrolünde olan komünist sistem idaresine girmişti.
Stalin liderliğindeki Sovyet Komünist İmparatorluğu'nun başta Doğu Avrupa ülkelerini yutması ve diğer ülkelerde de dünya çapında komünist cereyanları teşvik etmesi karşısında, (NATO ismiyle) kapitalist- Hristiyan ülkeler arası bir Kuzey Atlantik Savunma Paktı kurulunca (Türkiye de Stalin Rusya'sının talepleri üzerine, 'Halkımız Müslüman olsa bile, biz laikiz..' diyerek, NATO'ya girdikten sonra), Rusya ve Doğu Avrupa'da tesis ettiği komünist rejimler arasında da VARŞOVA Paktı oluşturulmuştu.
Ama, Doğu Almanya komünist rejimi, 9 Kasım 1989 günü tamamen göçmüş ve Doğu Almanya'nın Devlet Başkanı Erich Honecker başta olmak son lider kadrosu Güney Amerika ülkelerine sığınmışlardı.
Ama, 1991 Ağustos'u ortasında Sovyetler Birliği dağılmış ve komünist Rusya ve Doğu Avrupa komünist rejimlerinin NATO'ya karşı oluşturdukları VARŞOVA Paktı da dağılıvermişti..
Savaşta yenilmiş ve bölünmüş olan 2 Almanya'yı, tek kurşun atmadan diplomatik ve ekonomik gücüyle birleştirmek maharetini sergileyen Hristiyan Demokrat Parti'nin Helmuth Kohl iktidarı, Avrupa'nın yeni gücü olarak yükseliyordu.
Bu gelişmeler pek çok Avrupa ülkesini, 'Varşova Paktı dağıldığına göre, biz niye Amerika güdümünde olan NATO tarafından savunulmak durumunda kalalım? O halde, kendi savunma sistem ve mekanizmamızı kendimiz oluşturalım, bir Avrupa Ordusu kuralım' düşüncesine sevk etti ve Napoli'de 1991'de tertiplenen NATO Zirvesi'nde, bu konu gündeme geldi.
Hatta, Avrupalı bazı parlamentolarda ve medyalardaki bazı yorumcuların makalelerinde, 'Avrupa Ordusu'nun tam teşekküllü duruma gelmesine kadar, Avrupa'nın güvenliğini sağlamakta güçlü bir orduya sahip olan Türkiye'nin aslî rolü üstlenebileceği' gibi görüşler dile getirildi.
İşte o zirve toplantısında, Fransa Devlet Başkanı Mitterand, açıkça, 'Artık, Avrupa'nın Avrupa tarafından korunabileceğini ve bu durumu Amerika'nın anlayışla karşılaması gerektiğini' söyledi.
Bunun üzerine, Amerikan Başkanı (baba) Bush, 'Amerika, istenmediği yerde durmaz..' şeklinde bir konuşma yapınca, bu durum, Avrupa devletlerini daha bir heyecanlandırdı. Ama, hemen ertesi gün aynı Amerikan Başkanı, '2. Dünya Savaşı sonunda, yeni Avrupa'yı biz kurduk.. Bir yere gidecek de değiliz..' deyince, herkes alacağı dersi aldı ve Avrupa Ordusu fikri de buzdolabına kaldırıldı.
Ve o tablo o zamandan bu güne değişmedi..
Kapitalist sistemin dünyaya hâkim olmasının 'aslan payı'nı devamlı Amerikan emperyalizminin kapmasından Avrupa ülkeleri ve halkları, rahatsız olduklarını yavaştan yavaştan dile getirmeye başlamış olsalar bile, dünyayı bölüşmekte kendi paylarından da çok rahatsız olmadıklarını hissettiriyorlardı. Ama, Trump Amerika'da yeniden başkanlığa gelip, üstelik de kendisini Amerikan kanunlarının da üstünde gören bir Başkanlık uygulaması ve hatta Napolyon'un 200 yıl öncelerdeki hayallerine atıflarda bulunması bile, Avrupa'yı derinden tedirgin etmeye başlamış bulunuyor.. Ve bugün, Trump ve Trumpizm, şimdi, Rusya'yla anlaşarak, AB de dahil, diğer bütün güç odaklarını geri plana atmaya ve dünyayı iki büyük gücün, geçmişteki Soğuk Savaş günlerindeki gibi düşmanca bir rekabet yanlışına düşmeden, dünyayı dizayn etmeleri gerektiğini söylüyor. Rusya- Ukrayna Savaşı'nı Putin Rusya'sının istediği şekilde sonuca bağlamak istiyor ve 'Savaşarak alınan yerler geri verilmez ..' diyerek, Putin'i savaşı durdurmaya yaklaştırıyor ve de Ukrayna'daki Zelenski Hükümeti'ni fiilen mağlûp ilân ediyor ve Amerika'nın bu savaş boyunca Ukrayna'ya verdiği 200 milyar doları aşan askerî ve malî yardımların nasıl geri alınacağını da hatırlatmış oluyordu.. Trump, bu arada, AB ülkelerine de, Ukrayna'nın yeniden ayağa kaldırılması için 430 milyar dolarlık bir ödeme yapmaları gerektiğini söylüyor.
Ama, sadece Fransa, Ukrayna'nın masada olmadığı bir çözüm yolunun sağlıklı olmayacağını yarım ağızla ifade ediyor; Zelenski de ABD-Rusya arasındaki görüşmelere katılamayacağını, esasen çağrılmadığını da belirtiyor..
*
Trump, bu 'mezar kazıcıları'na mahsus tavrını Müslüman dünyaya da anlatmış olmuyor mu? Gazze'yi kendi uzantıları olan Siyonist rejimin yerle bir etmesinden sonra, Gazze'yi almaya kararlı olduğunu ve Gazze'nin yeniden ihya ve inşa edilmesini de bölgenin zengin ülkelerine ödettireceğini söylemiyor mu?
Ve, Netanyahu, Trump'ın kendisinden, 'Filistin'den sonra İran meselesini de temelden halletmesini istediğini' söyleyip 'Bu konuda kendilerine gerekli desteğin verileceğini' belirtiyordu dün..
*
Bu konuya ayrıca da değiniriz, ama, bu vesileyle bir konuya da kısaca değinelim:
'İran Cumhurbaşkanı'nın Türkçe konuşmasına engel olunduğu'nu kim yaydı?
Dünya hassas merhalelerden geçerken.. Evvelki gün, hem de resmî bir ajans adına verilen bir video-haberin son derece istifham işaretlerini davet ettiğini belirtmek gerekiyor..
Efendim, (anadili olan Türkçeyi Tebriz şivesine göre, Kürtçeyi de Mehâbâd şivesine göre akıcı şekilde konuşmasıyla bilinen) İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, Tebriz'e gitmiş, orada büyük bir kalabalığa hitap ederken, 37 yıl önce vefat eden büyük şair Muhammed Huseynî Şehriyar'in 'Haydar Baba' isimli Türkçe şiirini okumaya başlamış, ve iki kıt'a okunduktan sonra vazifeli kişi gelip bir not vermiş kendisine.. O da, -konunun ne olduğunu açıklamadan-, Türkçe şiiri okumayı durdurmuş..
Bunun hemen, İran'da Türkçe rahatsızlığı diye sunmak iyiniyetli bir davranış olmasa gerek.. Kaldı ki, bizzat ülkenin en üst sorumlusu olan lider (ve Tebriz'in Khamene kasabasından) Seyyid Ali Hamaney de Azeri lehçesinden ayrı olarak İstanbul lehçesini de rahat konuşurken ve o şiiri de merhum Şehriyar, Hamaney'in yanında okumuş ve de bu sahneler ülke çapında ekranlarda da yayınlanmış ve konuşmalardan da hiç bir rahatsızlık görülmemişken, bu konuyu ülkemiz kamuoyuna 'Türkçe rahatsızlığı' şeklinde sunmak son derece yanlış olsa gerek.. Kaldı ki, bu konu İran medyasında asla söz konusu olmadığı gibi, İran konusunda olumsuz hiç bir şeyi kaçırmayan Batı dünyasının medya organları da hiç değinmediler.. Böyleyken, bunun halkımıza bu şekilde sunulması???
-Hatırlayalım, Başbakan Demirel'in bir toplantıda halka hitap ederken, kendisine bir not verilmesi üzerine, önce duraklayıp, sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın rahatsız olduğunu ve hastaneye kaldırıldığını belirtmekle yetinmiş ve sözünü bitirmişti. Halbuki, o notta Özal'ın bir kalp krizi sonunda vefat ettiği haberi verilmişti..
Bu gibi fevkalâde durumlar her yerde ve her zaman olabilecekken.. Daha dikkatli olunmalı değil mi?
*