Mesut Özil’in dün içini dökercesine kaleme aldığı üç sayfalık manifesto çerçevesindeki mektubu tarihi bir belge aslında.
Ve iki ana vurgudan oluşuyor.
“Kazandığımızda Alman, kaybettiğimizde göçmendim.”
“Türk ve Müslüman olduğum için miydi bu yaklaşım?”
Bazı sorular, yanıtın ta kendisidir. Büyük soru işaretleri hakikattir böyle kırılma noktalarında.
Cumhurbaşkanımızın İngiltere seyahati sırasında çekilen bir fotoğraftan yola çıkılarak adeta linç edilmişti Mesut Özil. Üstüne Alman Futbol Milli Takımı’nın Dünya Kupası maçlarındaki başarısızlığı eklenince, bütün fatura Özil’in önüne kondu.
Alman Futbol Federasyonu, medya ve bazı siyasetçiler başı çektiler ve Özil’in omuzlarına ağır bir yük bırakıldı.
Ve bardak sonunda taştı. Özil önceki gün yayınladığı üç sayfalık manifestoyla Alman milli takımında artık yer almayacağını duyurdu.
Avrupa ülkelerinde bir göçmenin, kaçıncı kuşak olursa olsun, tek seçeneği mucize oluşturmaktır. Fransa’da oturum izni olmayan bir göçmen ancak çıplak elleriyle tırmanıp, dördüncü kattan sarkan bir çocuğu kurtarınca iş ve çalışma izni sahibi olur. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu “kahramanı” Elysee Sarayı’nda ağırlar ve üstüne hem oturum izni hem de çalışma izni bahşeder. Paris İtfaiyesi’nde iş verilir.
Bunun ötesindeki göçmenlere ne olur? Akdeniz’de mülteci botları batmaya devam eder.
Mesut Özil, hiçbir Alman’ın elde edemeyeceği başarıyı yakalayınca onlardan biridir. Ancak kökenlerine sahip çıkınca yan gözle bakmaya başlar “beyaz Avrupa kimliği.
Üstüne bir de mensup olduğu futbol takımı başarısız olunca günah keçisi haline gelir.
Göçmen kökenli birinin Avrupa’da kaybetme, başarısız olma lüksü, hakkı yoktur çünkü.
Bugünlerde Avrupa’da tırmanan yabancı düşmanlığı ve ayrımcılığın en büyük kırılma noktası Mesut Özil olayı olmuştur.
Artık bu konu Almanya’nın temizlemesi gereken bir lekesidir. Özil’den büyük bir özür dilenmelidir. Bu leke en az NSU davası kadar yabancı düşmanlığının simgesi haline gelmiştir. Bu kadar net!