Öğrenci milleti tepki verir. Akademi biraz da böyle bir yerdir. O yaşlarda bu türden hareketler bir tür varolma biçimidir.
Tadında bırakılırsa toplum da hoş görür...
Lakin ortada eylem yapmayı haklı çıkartacak bir durum yok.
Türkiye'de ve başka pek çok ülkede rektör dediğimiz makama gelecek kişi Cumhurbaşkanı ya da başka bir devlet erki tarafından atanır. Bu hep böyle olmuştur.
Rektör dediğimiz kişi öğrencilerin temsilcisi değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Olması de düşünülemez.
Boğaziçi rektörünü önceden öğrenciler seçiyordu da şimdi mi Cumhurbaşkanı atadı? Yok öyle bir şey.
"Her okulun bir geleneği varmışmış", öyle diyor Kılıçdaroğlu.
Neymiş Boğaziçi'nin geleneği?
Her üniversitede olduğu gibi Boğaziçi'nde de öğretim üyeleri arasında yapılan ilk oylama neticesine göre YÖK'ün yaptığı bir liste Cumhurbaşkanı'na gider o da bunlar arasından istediğini rektör tayin ederdi.
Bu sistem, öğretim üyeleri arasında gereksiz kamplaşmaya ve akademik verimliliği düşüren bir hizipleşmeye yol açıyordu.
Öğretim üyelerinin de ekserisinin müşteki olduğu bu saçmalığa son verildi.
Böylece belli kriterleri haiz adaylar arasından birini Cumhurbaşkanı'nın rektör atadığı yeni sisteme geçildi. Geçeli de epey oldu.
Bu şekilde 13 üniversiteye rektör atandı. Kimsenin sesi çıkmadı. Ama söz konusu Boğaziçi Üniversitesi olunca olay, bugün itibariyle "Mesele rektör değil sen daha anlamadın mı" noktasına kadar geldi.
Evvela rektör belirleme yönteminin demokratik olmadığı tezi, slogan atmaya elverişli olmaktan öte anlam taşımamaktadır, bunu başta belirtelim.
Buradan ekmek çıkmaz yani. Ha ne olur?
Biraz kavga gürültü, biraz deşarj olur birileri ve konu kapanır.
Bu arada öğrencilerin, atanan rektörle ilgili varsa itirazları, bunu iletebilecekleri bir çok kanal var, yazsınlar, söylesinler. Rektörü değiştirmek için CİMER'e dilekçe yazmak daha rasyonel ve sonuç alıcı bir yöntem olabilirdi.
Ama konuyu bir meydan okumaya hatta rektörlük işgaline çevirdin mi sonuçlarına da katlanmak gerekir.
Son tahlilde diğer üniversitelere olduğu gibi Boğaziçi'ne de bir rektör atanmıştır ve dünyanın hiçbir yerinde, rektörlük binasını abluka altına aldı diye birileri, rektör görevinden alınmamıştır.
Gelelim olayların taşınmak istendiği noktaya. Belli ki Boğaziçi'ne rektör atanmasıyla baş veren protestolara "iyi bir damar yakaladık" diye bakanlar var. Gezi kalkışması ile başaramadık ama şimdi neden oymasın diyenler...
Hep böyle olmaz mı zaten? Birileri fitili ateşler, sönecek mi yürüyecek mi diye yoklama çekilir, burada iş var kanaati oluştu mu hazır kıta bekleyen örgütler elemanlarını sahaya sürer. Okulun kapısını kırıp rektörlük binasını işgale kalkmalar, Kadıköy'de polise yapılan saldırı falan bu aşamadan sonra yaşananlar hep...
Gezi Parkı'nda da böyle olmuştu.
Bir tarafta güvenli evlerinde tencere tava çalarak eylemlere 'meşruiyet' katan kitle, bir tarafta eylemlerin kullanışlı ve zorunlu unsuru öğrenciler, -sonuçta gösteri anayasal bir haktır- ama asıl örgütlü unsur, "katil devlet, katil polis" diye bağıranlar, kamu malına zarar verenler, kurtarılmış bölgeler oluşturup asayiş ve güvenliği bozarak işi giderek bir kalkışmaya dönüştürenlerdir....
Boğaziçi olayları, rektörlük makamının abluka altına alınması ve DHKP-C, MLKP gibi terör örgütlerinin provakasyona başvurmasıyla birlikte artık anayasal gösteri ve yürüyüş hakkını aşan bir boyuta ulaşmıştır. Buradan siyaset üretilemez. Siyasi rantçılık yapmaya kalkan kaybeder.
Sorunların sokak olaylarıyla çözülemeyeceğini Türkiye'deki her tecrübeli vatandaş bilir. Dahası sokağı kışkırtanların gerçek niyetlerinin toplumsal kaos ve provakasyon olduğunu ve bunun asla Türkiye'nin hayrına olmadığını da....
Bu yüzden üniversiteli olmak muhalif olmaktır deyip eyleme duran heyecanlı gençlere kendilerini kullandırmamalarını tavsiye ederim.