Yaratılan algıya bakılırsa Türkiye tarihinin en antidemokratik, en insan haklarına aykırı, en ölçüsüz müdahalesi gerçekleşmiş. Bu algı da ülkemdeki halen egemen medya tarafından ve elbette batı kamuoyu tarafından abartılı bir fiyat teklifiyle satın alınmış durumda. Eğer Cumhuriyet 2010’da kurulmadıysa ya da bu algıyı yaratanlar 2010’da Sirius gezegeninden buraya ışınlanmadıysalar, bunun bir açıklaması olmalı.
"‘Melis’i duydunuz, işte’ diyorum, ‘yasa dediğiniz, munise uygulanır, dişliye uydurulur. Sorunlar teenni ve suhuletle yasanın dışına itilir, orada halledilir. Demokrasilerde çare tükenmez’" diyor Alev Alatlı “Beyaz Türkler Küstüler” romanında.
Bir taraftan Cumhuriyet tarihinin gerici, nasyonal-sosyalist ve faşist bir dinamiğin bazı çevre ve özgürlük taleplerini sömürerek gerçekleştirdiği en büyük kitlesel kalkışma, diğer taraftan böyle büyük ve yıkıcı bir eylem karşısında yine Türkiye cumhuriyet tarihinin en az fiziki şiddet uygulanan, nispeten en ölçülü, 12 yıl boyunca AB standartlarına getirilmiş mevzuat çerçevesinde ve elbette AB standartlarına göre pek çok kabul edilemez hatalarıyla birlikte gerçekleştirdiği bir müdahale.
Ama yaratılan algıya bakılırsa Türkiye tarihinin en antidemokratik, en insan haklarına aykırı, en ölçüsüz müdahalesi gerçekleşmiş. Bu algı da ülkemdeki halen egemen medya tarafından ve elbette batı kamuoyu tarafından abartılı bir fiyat teklifiyle satın alınmış durumda. Eğer Cumhuriyet 2010’da kurulmadıysa ya da bu algıyı yaratanlar 2010’da Sirius gezegeninden buraya ışınlanmadıysalar, bunun bir açıklaması olmalı.
Batı neden hop oturup hop kalkıyor?
Alatlı’nın deyimiyle “expat”ların, yani “Kafa kağıdında da doğum yeri Türkiye’dir diye yazmakla birlikte, bambaşka (batılı) bir kültürün ürünü olan yaban”ların ilk defa devlet şiddetine maruz kalması bunun nedenlerinden biri olmasın?
Bundan üç yıl önce aynı sınıfa mensup bir yüce devletlünün “Bu DGM’ler İslamcıları ve Kürtleri kesip doğrarken, ah ne güzel diyorduk, bize de döneceklerini görememiştik” ifadesini hatırlıyorum. Ancak gerçek şu ki Dersim ve Zilan katliamı ile Yassıada ve İstiklal Mahkemeleri cinayetlerinin sesi bugün dahi yeteri kadar duyulmuyor.
Sinir uçlarından biri Türkiye’deki bu expatlar olan Batı, gaz yiyince, bunun faili de dünün hasta adamı, bugünlerde biraz “fazla” olan Türkiye’deki “Les Miserables” çoğunluğun iktidarı olunca hop oturup hop kalkmaz mı? Acaba Türkiye Müslüman bir ülke olmasaydı, 1920-30’lu yılların egemen ideolojisinin taşıyıcı dinamiklerinin toplumun bir kesimini sokaklara dökmesi karşısında batının tutumu aynı olur muydu? Acaba en iyi ihtimalle Güney Afrika’daki seçkinci beyaz azınlığa karşı gösterdiği tutumu göstermez miydi? 1945’ten sonra Müttefiklerin Almanya’nın orta-üst kesimini bütünüyle yok edip, ülkeyi bir tarım ülkesine dönüştürme niyetlerinden hiç söz etmeyelim. Ama iş Türkiye olunca ittifaklar değişiyor. Burada egemen bakış açısı oryantalizm.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, yani bu “expat”ların iktidar dönemlerinde “les miserables”e uygulanan polis ve asker pratikleri Gezi Müdahalesiyle patlak veren olaylardaki pratikler ile kıyaslayalım. Polisin doğrudan fiziki şiddet ile ve kimi zaman doğrudan silah kullanımı şeklinde müdahalelerde bulunduğu, karakoldaki ilk müdahalenin de kimlik tespiti dahi yapılmadan önce cinsel organlara elektrik uygulaması biçiminde cereyan ettiği hafızalardan silinmiş değil henüz.
‘Eşitlik tamam da bu kadarı fazla!’
Üstelik 80-90 yıl boyunca hep aynı muameleye tabi tutulduğu halde, medyada, üniversite camiasında, barolar veya aydınlar cenahında mutlak bir görünmezlik/ bilinmezlik/umursamazlık duvarıyla karşılaştıkları ortada. Demek ki gerçekten de “yasalar munise uygulanır, dişliye ise uydurulur.” “Norm” olan şey expat dünyasınca belirleniyorsa, “normal” olan da buna göre biçimleniyor. Aynen Almanya’daki NSU cinayetleri nedeniyle uzun süre sadece kurban yakınlarının suçlanmasında olduğu gibi. Zira “Norm”, “vahşi cinayetleri ancak Alman olmayanlar işler!” olunca, elbette ki “Türklerin suçlanması” da “normal” olacaktı.
Büyük bir Türk yargı büyüğünün bir zamanlar dediği gibi “eşitlik tamam, ama bu kadar eşitlik de fazla!”
O halde ülkenin bu kadim “norm”a göre yeniden dizayn edilmesi gerekiyor, daha önceleri de defalarca yapıldığı gibi... Yoksa itiraz hiç bitmeyecek, zira talebin muhtevası eşitlik değil, eşitsizlik!
Norm böyle saptanınca, gerici dinamik sponsorluğunda gerçekleştirilen bir anakronik kalkışmanın şiddet potansiyeli ve yıkıcı pratiğinin estetize edilmesi gerekiyor.
Bu bağlamda yazılı, görsel ve sosyal medyanın pop-devrimci kalemleri, aydınlar ve sair figürler ergenliklerini yaşamamışlığın acısını, toplumun en incinebilir katmanı olan gençlere finanse ettirmek ve gerekirse binlerce canın yok edilmesinden medet umarak, hatta umursamayarak devrimci bir romantizm kotarmaya koyuluyor.
Gerçeklik operasyonlarla ters yüz edildi
Estetik operasyonun psikolojik ikna gücü ise yaşam tarzına ve özgürlüklere müdahale klişelerinden devşiriliyor.
Romandaki replikle konuşursak “‘E, öyle!’ diyor Zeynep, ‘kartal gibi uçamıyor, balina gibi yüzemiyorlarsa, özgürlükleri kısıtlanmış olduğundandır.’” Aslında, özgürlük ile ötekine tahakküm hakkı aynı şey!
Bu figürler sosyal medyada “orantısız zeka” patlamalarıyla okunacak kitap listeleri düzerken, Sabahattin Ali tavsiye ederken, ne hikmetse “İçimizdeki Şeytan”a sıra bir türlü gelmez. Zira orada “Türk Münevveri”ni okurken utanma ihtimalleri var: “Bir garson, bir kayıkçı, şahsi fikirleri olmak, gördüğü ve öğrendiği şeyleri kendine mal etmek bakımından, bizim bu münevverlerin hepsinden üstün ve kıymetlidir. Konuşurken birçok şeyler öğrenirim ve karşımda bir insan görürüm, hazin ve geveze bir kukla değil...”
Gerçekliğin şov ve medya operasyonları tarafından ters yüz edildiği bir dünyada, expatların şovu da sahicileşiyor.
“Mesele piar meselesidir Melisçiğim, muhteva değil. Bilmem anlatabildim mi?!” diye devam ediyor Alatlı.
Muhtevaya da bakmaya çalışan, daha liberal bir demokratikleşme imkanına odaklanan yeni gençlik forumları ile demokratik muhalefet çabaları bu expatlar için de bir anlam ifade edecek mi?
İçinde besledikleri kin ve nefreti biraz kontrol edip kendileriyle de yüzleşebilseler, muhtemeldir ki bu ülkenin demokratikleşmesinin imkanına dönüşürler.
Yalnızca özgürlük değil de, “eşit özgürlük” deseler mesela?
Olmayacak şey değil!