Bölerek ve ayırdıklarından deste yaparak lidercilik oynamak, Ortadoğu’ya fayda sağlamıyor. İstanbul’da olan, Hindistan’ı ilgilendiriyor.
Kaşıkçı cinayeti, Ortadoğu tarihini yeniden başa sardı... Dünya gelişmeleri yorumlarken, Türkiye ile Suudi Arabistan’ın tarihi ayrılıklarını, İslam dünyasındaki liderlik krizini ve parçalanmış Ortadoğu’yu görüyor.
Stratejik açıdan soru, bölünmüş Ortadoğu’yu, parçalanmış İslam dünyasını kimin toparlayabileceği sorusudur. İslam Dünyasına liderlik iddiasıyla bölünmeyi daha da keskinleştirenleri, dış icazet olmadan ‘koltukta iki hafta kalamayacakları’ ilan edilenleri ibretle izliyoruz.
Türkiye, bütün olanlara rağmen sağduyusunu ve soğukkanlılığını kaybetmiyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ‘Kaşıkçı cinayetinin emrini kim verdi’ diye sorarken, Suudi Kralı Salman’ın samimiyetine güvendiğini söylüyor ve kendisine ‘Hadim ül Harameyn eş Şerifeyn’ diye hitap ediyor. Yani Mekke ve Medine’nin hizmetkarı, hademesi... Bu ünvan Osmanlı halifesinindir. Kutsal Mekke’nin ve Aziz Medine’nin mütevazi hademesi, Yavuz Sultan Selim’dir ve halefi Osmanlı Sultanlarıdır. Ama Suudi kralı da siyaseten bu ünvanı kullanıyor ve biz krala ve meşruiyetine itiraz etmiyoruz.
Başkan Erdoğan’ın bu güçlü mesajı dünyada yankılandı, Hindistan’da da yankılandı... Öyle ki, Hindistan’da yankılanmasına tanıklık ettik. Hindistan TV’si gelişmeleri anlatmamızı istemişti. TV yayınında muhabir bize sordu: Türkiye’nin Kral Salman ile bir meselesi var mı? Dedik: Hayır yok... Ne Kral ile ne Suudi Arabistan ile... Hatta Başkan Erdoğan Kral’a, ‘Hadüm ül Harameyn’ diye hitap etti... Sonra bu terimin Osmanlı geçmişini ve ne anlama geldiğini anlattık.
Muhabir meslektaş ne dediğimizi anlamıştı, üzerinde durmadı... Mülakat bittikten sonra Yeni Delhi merkezden telefon geldi... Editör arıyordu: Hadimül Harameyn kısmının Hindistan kamuoyu için önemli ve gerekli olup olmadığını muhabire soruyordu... Yoksa banttan çıkartacaktı. Tarihi iyi bilen muhabir meslektaşımız, Yeni Delhi’deki editöre ayak üzeri tarih dersi verdi: ‘Tabii ki önemli...’ dedi ve devam etti: Hilafet Hareketini hatırla... Gandici’yi hatırla... Osmanlı dağılıp Hilafet başsız kalınca bizde Hilafet Hareketi yok muydu?
Nereden, nereye... İstanbul’da cinayet konuşurken, alt kıta Müslümanlarının tarihi bir acısına uzanmıştık.
Alt Kıta, Hindistan-Pakistan-Bangladeş diye bölünmemişken, İngiliz sömürgesi iken, bölge Müslümanların gözleri ve kalpleri İstanbul’a, Halifeye bakıyordu. Osmanlının son döneminde Hilafetin ayakta kalması ve Batılı sömürge yönetimlerinin eline düşmemesi için son bir çabayla uğraş verdiler... Hilafet Hareketini Hindistan unutmamış, biz de hatırlayalım.
Mahatma Gandi bir ‘Hilafetçi’ idi!
Hint Müslümanları, unuttuğumuz ve tarihsel açıyı kaybettiğimiz dev bir kitledir. Alt Kıta, Hindistan-Pakistan-Bangladeş diye bölünmemişken, İngiliz sömürgesi iken, bütün bölgede on milyonlarca Müslüman vardı. Bu Müslümanlar, bir yandan Hilafeti savunma, bir yandan da sömürge yönetiminden kurtulma çabasındaydılar. Bu yolda kurulan Hilafet hareketi, İngilizlere karşı Hindularla işbirliği yaptı. 1919’da Müslümanlar, benzer bağımsızlık çabası içindeki Hindularla ortak hareket kurdular. Hinduların lideri, Mahatma Gandi idi. 1919-1922 arasında Gandi, Hilafetçilerin müttefiki, koalisyon ortağı idi. Gandi de Hilafetin gücünü görmüştü.
Öncesine gidersek, 1911-12 Balkan Savaşı ve Osmanlı yenilgisi, Alt Kıta Müslümanlarını kaygılandırdı. Halife ve İmparatorluk yok olma tehlikesi yaşıyordu. Hilafetin korunması, Delhili gazeteciler, Muhammed Ali ve kardeşi Şevkat Ali’nin fikriydi. Abdül Bari adlı imamın talebesiydiler. Kalkütalı gazeteci Abul Kalem Azad ve Deoband Medresesi imamı Mahmud-ül Hasan ile birlikte bu beş kişi, Hilafet Hareketini taşımaya başladı. Ulema ve aydınlar birleşmişti.
Hareket, Batının Osmanlıya saldırısının Hilafete ve İslama saldırı olduğunu görüyordu. 1914’te İngiltere Osmanlıya savaş ilan edince, seslerini yükselttiler, ancak İngiliz sömürge yönetimince hapsedildiler. 1919 da hapisten çıktıklarında Osmanlı paylaşılmıştı.
Hareket, 1920’de Londra’ya heyet yollayıp İngiliz hükümetine ‘Osmanlı’nın 1914 sınırlarına dönmesini sağlayın’ diye baskı yapmaya çalıştı. Londra umursamadı. Osmanlı sınırı dışındaki bir hareketin 1920’de ‘Osmanlının 1914 sınırı için’ mücadele vermesini önemsemek gerekir. Bu çok ilginç tarihi ayrıntının daha yaygın bilinmesi ve incelenmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Yine 1920 yazında Sevr Anlaşmasının maddelerinin yumuşatılması için çaba harcadılar. Galipleri sözle durdurmak mümkün olmadı. Bu çabalarıyla, Hilafet hareketi, Pan-İslamcı bir akım olarak tanınır.
Hilafet hareketi Hindistan içinde de sömürge yönetimine karşı İslamın siyasi güç olmasını amaçlıyordu. Hareketin ‘Müslüman Birliği’ adını taşıyan kolu, Hinduların ‘Hindistan Ulusal Kongresi’ adlı hareketiyle siyasi işbirliği başlattı. Kongre hareketinin lideri Mahatma Gandi idi. Gandi’nin pasif direnişle sömürge yönetimiyle mücadele politikasına Müslümanlar da katıldı. Hilafet Hareketi ile Gandi yan yanaydı. Gandi şiddet istemiyordu. Pasif direnişle protestolar yayıldı. Alt kıtada ilk kez Hindularla Müslümanlar ortak eyleme geçmişti.
Sayı olarak yüz milyonlara karşı birkaç binlik sömürge yönetiminin baskıyı sürdürmesi mümkün değildi. Ancak böl-yönet yine devreye girdi: Hindu ve Müslüman taban çekişmeye, çatışmaya başladı.
1921 sonunda sömürge yönetimi Hilafet Hareketini dağıtmaya karar verdi. Liderler tutuklandı, hapse atıldı. O sırada Anadolu’da da İngiliz işgali vardı ve son toprağı kurtarabilmek için Anadolu silaha sarılmıştı.
1922 başında Gandi, grup içi siyasi nedenlerle direniş hareketini askıya aldı. Hilafet Hareketi zayıflıyordu. Mart 1922’de Gandi tutuklandı. Gandi’nin yokluğu, Hindu-Müslüman işbirliğinin zeminini kaldırdı. 1922 sonbaharında Osmanlı Sultanının İstanbul’dan ayrılması, Hilafet Hareketini şoke etmişti. 1924’de Hilafetin kaldırılması, Güney Asya’yı sarstı. Mahatma Gandi, yoluna Hindularla devam edecekti.
Alt kıtada Müslümanlarla Hinduların birliği, zamanla yok oldu. Kopuş, Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’i getirdi. Alt kıtanın Afganistan dahil bir ve bütün kalması bugün neleri getirirdi, düşünmek gerekir.
İki ‘Suud’ devletini Osmanlı durdurmuştu
Halen iktidarda olan üçüncü Suud devletidir. İlk ikisini Osmanlı kılıçla durdurmuştu, çünkü asi idiler.
1818’de Riyad yakınındaki Diriye merkezli asi devletçik, Osmanlı askerinin bölgeye gelmesiyle durduruldu. İsyanın lideri Suud oğlu Abdullah ile Vahhabi ortağı yakalandı, zincirlenerek İstanbul’a getirildi ve törenle boyunları vuruldu... Abdullah Sultanahmet meydanında, Vahhabi de Kapalıçarşı tarafında... Abdullah’ın kafasının ibret için üç gün meydanda bırakıldığı söylenir. Sultan 2. Mahmut böyle irade buyurmuştu.
Suud isyanı 1871’de yeniden canlandı. Bir başka Suud kolu, Diriye merkezli yeni bir devletçik kuruyordu. Nâfiz Paşa kumandasındaki ordu Bağdat’tan Mayıs 1871’de Ahsâ seferine çıktı. Yaz sonunda bu devletçiğe de son verildi. Suud kabilesi Basra Körfezi kıyısına kaçmıştı. Osmanlı, merkezi Ahsâ olan Necid mutasarrıflığını kurdu. Bu mutasarrıflık sınırları Basra körfezi kıyısı boyunca Kuveyt güneyi, Suudi petrol bölgesi, Katar ve Dubai’ye uzanır. Bu harekatta Raşidi kabilesi, Osmanlı’ya sadık kalmıştı. Raşidi kabilesinin sadakatini Osmanlı da, Suud da unutmaz.
1924’te Hilafet kaldırıldığında, Mekke ve Medine Türk bayrağından uzaklaşalı 6 yıl olmuştu. Yarımadada Türklerin bıraktığı alan, Suud kabilelere verildi. Suud, Mekke’yi ele geçirip 1932’de ‘devlet’ ilan etti. Dediğimiz gibi, bu üçüncü Suud devletidir. İlk ikisine ne olduğunu tarih yazmıştır.