Büyük târihî olayların içinde yaşayan insanlar çoğu kez bunu farketmezler.
Ben buna örnek olarak hep 14 Temmuz 1789’da Paris halkının, kendi başlarına beceremeyince yanlarına bir askerî birlik de alarak şehrin doğusunda bulunan ve o sıralar artık hapishâne olarak kulanılan la Bastille (la Bastiy, Hisarcık anlamına gelir.) müstahkem mevkıini zabtetmesini gösteririm. Fransız Büyük İhtilâli’nin başlangıcı olarak kabûl edilen bu gün, bilindiği üzere Fransa’nın millî bayramıdır da. Tıpkı bizim Cumhûriyet Bayramımız gibi. Fransız Büyük İhtilâli ise sonuçları îtibâriyle dünyâyı köklü biçimde değiştiren ve etkileri hâlâ hissedilen fevkalâde önemli bir hâdisedir. Ama o sıralar kimse bunun idrâkinde değildi.
O gün la Bastille’den, dolayısıyla sembolik bağlamda “Monarşi’nin istibdâdındankurtarılan” insanlar; dört evrak sahtekârı, iki akıl hastası ve Porno Yazarı Marquis deSade (Marki dö Sad)’dan ibâretdi. Diğerleri bir yana o bile politik bir suçdan ötürü değil, kendi akrabâlarının şikâyeti üzerine, “ahlâka aykırı metinler” yazmakdan içeri alınmışdı.
La Bastille’in zabtı da zâten onun, hücre penceresinden dışarıya “İmdad, burada adamöldürüyorlar!” diye bağırması üzerine vukû bulmuşdu. Aslında kimsenin adam madam öldürdüğü yokdu.
Ama halk daha sonra, kendisine ve adamlarına dokunulmayacağı sözü verilen muhâfız kıt’ası kumandanı ile bir muhâfızın ve onları kurtarmak isteyen bir asilzâdenin kellelerini koparıp mızraklar üzerinde sokak sokak dolaştırmışdır... Neyse...”Hürriyet” adına olur böyle vak’alar...
Yine bunun gibi 12 Ekim 1492 günü Kristof Kolomb kumandasındaki üç yelkenlinin, haftalarca yol aldıkdan sonra nihâyet Amerika’ya âid ilk kara parçasına ulaşıp (hangisi olduğu kesin olarak bilinmeyen bir ada) oraya ayak basmaları da böyledir. Amiral ve adamları, sonradan “Yeni Dünyâ” diye bile adlandırılan yepyeni bir âleme vardıklarını yıllarca bilmemişler, hattâ Kristof Kolomb bu iddiayı ömrünün sonuna kadar şiddetle reddederek oranın Doğu Hindistan kıyıları olduğu fikrinde ısrâr etmişdir.
Ama bâzen, nâdiren, insanlar içinde yaşadıkları olayların târihî bir dönüm noktası olduğunu sezinleyebilirler.
Meselâ Yüce Önder, en geç
23 Nisan 1923’den îtibâren, başında bulunduğu hareketin, bugün artık anladığımız üzere dünyâ çapında bir târihî hâdisenin ta kendisi olduğunu ve yepyeni bir
“Millî Bağımsızlıklar Çağı”nı başlatdığını sarâhaten görüyordu.
Biz Türkler hâlihazırda da yine böyle bir târihî dönüm noktasında bulunuyoruz ama büyük çoğunluğumuz îtibâriyle bunun idrâkinde olup olmadığımızdan emin değilim.
Türkiye artık o onyıllardır alışık olduğumuz mıymıntı, ürkek, o âdetâ kendi gölgesinden ödü patlayan ülke değil!
Peki, değil de meydanlara fırlayıp nâralar mı atıyor, göğsünü yumruklayarak etrâfa meydan mı okuyor?
Tabii ki hayır!
Ama Türkiye konuşuyor. Sesini yükseltmeksizin, lâkin tâne tâne ve herkesin anlayabileceği bir dille merâmını ifâde ediyor.
Bunu kavrayamayan, hattâ bunu bir tür felâket olarak görenler, bana kalırsa Tanzîmat’dan bu yana iliklerimize işlemiş bulunan aşağılık duygusunun etkisinden kurtulamayanlardır. Fakat târih durup onları beklemiyor.
Ve bu arada Türkiye “özgül ağırlığı”nın bilincine tekrar kavuşmuş olmakdan ileri gelen özgüveniyle dünyâya sâkin, ama kararlı bir sesle diyor ki:
“Merhabâ, ben döndüm!”