Üniversiteli günlerimde katıldığım İstiklal Marşı Geceleri'nde, milli şairimiz Akif'ten bahseden büyük yazarların, edebiyatçı akademisyenlerin, sözü niçin son paragrafta Tevfik Fikret'e getirdiklerini çok anlayamazdım. Evet dünyaya bakış açıları, hayatı yaşama biçimleri, birbirinden çok farklıydı farklı olmasına, ama günün sonunda, bir dönemden söz edilirken, niçin başkaları değil de bu iki şair karşılaştırılıyordu?
Geçenlerde okuduğum bir makale ki, Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından 1977'de yazılmıştı, meseleyi çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu. 1908 sonrası edebi çevrelerin haleti ruhiyesini kaleme aldığı bu makalesinde Ahmet Hamdi Tanpınar, Türkçe şiirin aldığı sosyal meselelerle ilgili yeni duruştan bahseder. 1908 öncesinde (2.Meşturiyet öncesinde), Servet-i Fünun Dergisi kapatılmış, şairler ve yazarlar daha kapalı, içe dönük, bedbin, bazen aşırı duygusal, hatta bir kısmı romantizmin rüzgarına kapılmış gitmekteyken, Meşrutiyetle birlikte bir silkinmenin yaşandığından söz eder.
Tanpınar, Tevfik Fikret'in (1867-1915) bu dönemde kaleme aldığı Rübab-ı Şikeste (son iki kısmı) ve Haluk'un Defteri adlı eserlerini bir ateizm beyannamesi olarak telakki eder. 'Yırtılır ey kitab-ı köhne yarın' diye bahsettiği Kur'an'ı Kerim'e düşmanlığı gayet açıktır. Karşısında ise Mehmet Akif'i (1873-1936) ve dizelerini zikreder. 'Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklal' diye avaz eden bir şairdir. Tanpınar şu cümleleri yazacaktır: '... Fikret'in ateizmini, Şarkın kendi değerini muhafaza etmek şartıyla uyanmasını isteyen Akif'in İslâmcılığı karşılar. Türkçe'nin sadeleşmesine çok hizmet eden ve Millî Marş'ın şairi olan Mehmet Âkif, terakki fikrinden hiç ayrılmayan, fakat Garpla münasebetini muayyen hadlerde kalmasını isteyen İslâmcılık ideolojisinin mümessilidir"...
Okuduğum bu makaleden sonra, aslında Fikret ve Akif'in kendilerini ve dönemlerini de aşan, halen izdüşümleri üzerimizde, birer ilham çağlayanı gibi, düşünce ve sanat dünyasında iki önemli temsilci-kutup olduklarını fark ettim...
....................................................
Mehmet Akif'in aile kavramına bakışı, insan ve toplum hakkındaki düşüncelerini anlayabilmek için yeniden baktığım Safahat'ındaki şiirlerde, aslında bir dönemin sosyolojisinin yapıldığını da fark ettim. 'Şark Meselesi' olarak addedildikten sonra, dünya muktedirlerince yıkılması kararlaştırılmış ve hemen her cephede varoluş mücadelesi vermekten, mağlubiyetlerden yorgun düşmüş bir imparatorluğun hikayesidir bu. Ne hüzünlüdür ki; imparatorluğun yaşadığı dağılmayı, aileler, kurumlar, insanlar da yaşamaktadır. Yoksulluk, güvensizlik, cehalet, sorumsuzluk toplumun baş düşmanları haline gelmiştir. Akif'te, devlet, toplum ve fert birbirinin aynasıdır.
Mehmet Akif, devletin ve insanın saadetini aileye bağlar, aile yapı taşıdır, bağlangıçtır, kurucu öğedir. Bu bakış açısı; güçlü ailelerin, güçlü toplumları kuracağı şeklindeki tez, aslında halen kabul görmektedir. Akif; dağılma ve parçalanma sızısıyla ayakta durmaya çalışan imparatorluğu, aile bilinciyle ayakta tutmak gerektiğini, bu yüzden asla tefrikaya düşülmemesi gerektiğini söyleyecektir. Ümmet, birbirine muhtaçtır, tıpkı aile fertleri gibi.. Kavmiyetçiliğin, çok uluslu bir devlet olan Osmanlı Devleti için parçalanmak anlamında olacağını dile getirdiği gibi, aileyi de yaşlı ana-baba, karı-koca ve çocuklardan müteşekkil görür, bu birliğin dağılmamasını söyler... Tefrika, devlette de ailede ölümcül sonuçları olan meselelerin başında gelmektedir...
Mehmet Akif, "Mahalle Kahvesi" şiirinde aileyi şöyle tasvir eder: ''Sabahleyin bir kazanç için evinden çıkar, çalışır, akşam eve döner, kemâl-i izzetle oturursun. Eşin, çocukların, anan, baban kimin varsa senin etrafını sararlar' Akif aile hayatını; " hayat-ı aile dünyada en safalı hayat" olarak niteler. Saadetin kaynağıdır aile ona göre...
Yine şiirlerinde yetimlerden, kimsesizlerden, dullardan ve onların zorlu yaşam koşullarından söz ederken de, aileyi ve devleti bir kurtuluş ümidi olarak zikreder. Cehaletle savaşmak ve üzerimize dökülmüş uyuşukluk küllerini silkelemek de aileden başlayacaktır Akif'e göre, çünkü devir ''asr-ı ulum' yani ilimler çağıdır... ''Bu cehalet yürümez; asra bakın asr-ı ulûm! Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum'' dizesiyle ailenin; ahlaki duruşun, yönelişlerin, yol haritalarının çizileceği bir anlamı olduğundan bahseder. Yine çocuklara verilecek ilk terbiyenin, ilk gaye ufkunun, ailede verileceğini söyler: "Evladına sağlam bir emel mâyesi aşıla/ Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol/ Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol"...
Mehmet Akif'in aile kadar önemsediği bir diğer kurum da mahalledir. Osmanlı kültürüne has mahalleler, tıpkı ailesi gibi insanı eğiten, ona şekil veren, adap ve zevk dünyasını şekillendiren muhitlerdir. Osmanlı kültürü, aile intizamı içinde bir mahalle sistemi öngörmüştür. Akif'in şairi olduğu yıllarda mahalle, mimari yönüyle bile çocuğu kuşatır ve teneffüs ettiği havaya damgasını vurur; çeşme, sebil, park ve bahçelerle süslenen sokaklar, ortasında büyük bir caminin bulunduğu meydanlarda birleşip kesişirdi... Mehmet Akif'i sosyal gerçekçi kılan da aslından bu sokaklardı... Sokaklarda, mahallesinde karşılaştığı olaylar, adeta onun teknesindeki hamuruydu...
Şimdilerdeyse mahallelerimiz kalmadı, o muhitler artık geride kaldı, ailelerimizse çok ciddi yaralar alıyor, ciddi tehditlere maruz... İnsan insanın kurdudur mottosu, hepimizi esir almış gibi... Atomize bir yalnızlığa doğru gidiyoruz...