Bütün izler birbirine karışmış. İş-güç, ev-bark derdinden vakit kalırsa memleket meselelerine kafa yoran insanların içinden çıkamayacağı kadar...
İşi gücü memleket meseleleri olanlar bile zorlanıyor.
Herkes birbirine ‘ne oluyor’ diye soruyordu; şimdi ‘ne olacak’ diye soruyor.
Ne oluyor sorusunun bir köşe yazısına sığacak cevabı yok elbette.
Ama şu kadarını görmek yeterli;
Türkiye, devlet organlarının/kurumlarının vesayetinden kurtulmak için en önemli adımı 2010’daki kapsamlı anayasa değişikliği referandumuyla attı.
Hükümetin, sekiz yıllık iktidarı döneminde, o güne kadar hayal edilemeyecek demokratik reformlar yaptığını en ‘sol’ çevreler bile kabul etmişti. Öyle ki, referandumda ‘yetmez ama evet’ sloganıyla destek verdiler.
Kırılma noktası da bu oldu. AK Parti’nin ‘yetmez ama evet’çileri de arkasına alarak daha güçlü şekilde ‘bağımsız politikalarını’ sürdüreceğini görmek için deha olmak gerekmiyordu.
Beklendiği gibi de oldu.
2011 seçiminde AK Parti yeniden ve daha yüksek bir oyla iktidara geldi. Çünkü yapılanlar ‘yetmez’di ama Türkiye’nin demokratikleşmesinde de tek umut AK Parti hükümetiydi, o yüzden ‘evet’ti...
Ve yine beklendiği gibi AK Parti hükümetinin gerçek iktidarının miladının 12 Haziran 2011 olduğu söylenmeye başladı.
2010’da Türkiye ve Brezilya’nın İran’ı nükleer anlaşmaya ikna edilmesi, ancak Batı’nın yan çizerek BM ambargolarını sertleştirmesiyle başlayan bir süreç var.
Bu sürecin hedefinde, etkin dış politika, dış politikada etkinleştirilen bir enstrüman olarak MİT ve bunlar üzerinden bu dış politikayı belirleyen hükümet ve Başbakan var.
Bu hedefe yönelik ilk saldırılar ‘dışarıdan’ geliyor, ardından koro halinde medyada seslendiriliyor... Sonra yeniden “Türkiye’de bunlar tartışılıyor” diye yabancı medya aracılığıyla Batı kamuoyuna yansıtılıyor...
Ne Batı kamuoyunun, ne de Türk kamuoyunun ‘ayrıntılara vakıf olmadığı’ varsayımından doğan özgüvenle yapılıyor bunlar.
Herkesin işi gücü başından aşkındı, kimse çelişkilere, saçmalıklara, hatta hainliklere bakmazdı.
Kimse “İsrail Başbakan’nın ağzıyla nasıl MİT Müsteşarı’nı İrancı diye suçlarsınız” demezdi örneğin.
Ya da birkaç ay sonra “Dün İrancı dediğiniz MİT Müsteşarı’na bugün nasıl El Kaideci diyebiliyorsunuz” diye sormazdı...
Veya 7 Şubat’ta “PKK terörünü bitirmek için tarihi fırsatı yaratan MİT’i PKK’yı desteklemekle nasıl suçlarsınız” da demezdi...
Tıpkı, “12 yıllık hükümetin yolsuzluğunu şimdi, seçime 3 ay kala mı buldunuz; arkasından gelecek 2 seçim daha varken mi buldunuz” diye sormasının beklenmediği gibi...
Ya da “12 yıldır sizin önünüzü açan, ulusalcıların ‘koalisyon’ diyebileceği kadar sizinle birlikte çalışan bir hükümet sizi fişler mi” diye sormasının beklenmediği gibi...
‘Medyanın nasıl okunması gerektiği’ konusu kamuoyunun işi değildi ama ‘kamuoyu algısının nasıl yaratılacağı’ medyanın işiydi...
Son ‘operasyon’ da sadece hukuk üzerinden yapılan bir operasyon değil.
Paris cinayetleriyle MİT arasında ilişki kuran, bir ‘sözde itiraf’ kaydıyla birlikte medyaya sunulan ‘adrese teslim’ üretilmiş belgenin bu günlerde ortaya çıkması tesadüf değil.
Ne kadar çok yönlü saldırı olursa sendeletme gücü o kadar artar.
Kamuoyu, hafızasını zorlamaz!..
Paris’te öldürülenler ‘çözümcü’ydü. Türkiye imkanı olsa onları diriltmek isterdi, öldürmek değil. Çünkü en çok çözüm isteyenlerin işine yarayacak insanlardı. PKK’nın kurucusu Öcalan bile daha bir hafta önce Paris cinayetleri için, “Tamamıyla süreci hedefleyen bir darbedir. Buna karşı cevabımız kalıcı barışı ve demokratik çözüm hamlemizi kararlı şekilde başarıya ulaştırmak olacaktır” demişti. ‘Hukuk’ üzerinden yapılan operasyonu da, “Anlaşılan içeride ve dışarıda savaş isteyen demokrasi düşmanı güçler komplolarına hız verecekler” ifadesini kullanmıştı.
Ama bunları kimse hatırlamazdı...
Bir yerlerde, belki de bizatihi ilgili devlet kurumlarının içinde birileri üstlerine değil, sadece medyaya servis etmek üzere ‘belge’ler üzerinde çalışıyor.
‘Ne olacak’ sorusunun cevabı daha kısa: Türkiye ‘asimetrik saldırı’ya karşılık vermeyi öğrenecek.