No boots on the ground’ yaklaşımı hızla yeni ve tarifi zor bir güvenlik stratejisi ortaya çıkarıyor. Bu stratejinin belli bir dönem için bile yapısal hale gelmesinin ortaya çıkardığı çok fazla soru(n) var. Kafkasya’dan Çin’e, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya sıcak krizler veya potansiyel sorun alanlarıyla yüzleşmeyi sanal bir şekilde erteleyerek sahte bir rahatlamaya yol açıyor. Bu elbette sürdürülebilir bir yaklaşım değil.
Küresel kurumlarda yaşanan kilitlenmenin, özellikle de BMGK’daki kısır döngünün de bir mazeret aracı olarak ‘savaşamayan ordular’ dinamiğinde kullanıldığını görüyoruz. 2007 sonrası başlayan küresel mali krizin bir iki yıl içerisinde ekonomik krize dönüşmesiyle, 11 Eylül sonrası ortaya çıkan kaotik manzaranın yapısal nedenlerine eğilmemek için her türlü konforlu araca yatırım yapıldı. Bu bazen İHA’lardan ibaret bir güvenlik ve siyaset stratejisi oldu, bazen de bölgesel zayıf aktörleri taşeron olarak kullanarak hayata geçirildi. Suriye krizinde, kullanılabilecek bütün argümanlar ve mazeretler, yüzbinlerce insanın canı maliyetine tüketilmiş durumda. Ortaya çıkan tablo kelimenin tam anlamıyla bir vahşetten ibaret. Suriye krizinin Irak’taki kaosla hızla birleşmesiyle beraber, acı gerçeklerle muhatap olmaktan kaçmanın fazlaca bir yolu kalmadı. Yaşanan sıkışmadan bir nebze kaçmak için elde kalan en etkili araç medya ve istihbarat manipülasyonundan ibaret. Özellikle son bir yıldır, Suriye ve Irak’a dair batı başkentlerindeki medyatik manipülasyon had safhaya ulaşmış durumda. İtibarlı yayın organları olduğu farz edilen birçok medya organı, ‘no boots on the ground’ yaklaşımının bir maliyeti olarak, neredeyse operasyon merkezlerine dönüşüyorlar.
Konu Türkiye olunca bu yayın organlarının Suriye meselesindeki tavırları ve izledikleri çizgi gerçekten ibretlik. Türkiye’nin tezi de perspektifi de oldukça sarih. Türkiye, Suriye ve Irak krizine, konjonktürel yaklaşımları açıkça reddeden bir pozisyon alıyor. Sorunlarla yapısal olarak yüzleşmeyi öneriyor. Güvenli bir bölge marifetiyle sahadaki bütün farklı unsurların koruma altına alınması, mülteci akınının durması ve Esed rejiminin katliamlarına son verilmesi arzulanıyor. Bu makro perspektif olmadığı sürece farklı operasyonel başlıkların gerçekçi bir zemine oturmayacağı dillendiriliyor. Bu konuda Türkiye’nin yalnız olduğunu söylemek de mümkün değil. Türkiye ile muhatap olan aktörler, Ankara’nın dile getirdiği sorunların neredeyse tamamında, çözüm önerilerinin ise büyük bir kısmında hem fikirler. Sorun bu yapısal yaklaşımın kuvveden fiile geçmesinde, bir politikaya dönüşmesinde yaşanıyor. Zira son üç buçuk yıldır, Suriye özel temsilcisi olarak görev alan tecrübeli batılı bürokratlar da, benzer endişeleri sürekli dile getirdiler. Oluşan fikir ayrılıklarından dolayı da birkaçı istifa etmek durumunda kaldılar.
Medya manipülasyonlarının belli ölçüde etkili olacağı muhakkak. Gündemi belli süreliğine çerçevelemekte, tartışmaları belli noktalara kanalize etmekte etkili olabilir. Lakin Suriye ve Irak’ta yaşanan kriz ve vahşetin sahiciliği karşısında, mezkur sanal müdahalelerin fazlaca uzun ömürlü olması mümkün değil. Bu yaklaşım sonuç alsaydı, Suriye krizini kimyasal silahsızlanma, Suriye isyanını ise terör grupları sorununa dönüştürme manipülasyonunda başarılı olurdu. Şimdi de bütün Ortadoğu krizini IŞİD’e indirgemeyi ve maliyetin büyük bir kısmını da Türkiye’ye yıkmaya çalışan ucuz bir manipülasyon ile karşı karşıyayız. Bu yaklaşımı, Suriye ve Irak’ta yaşanan krize dair kendisine ait bir görüşü bulunmayan ve doğal taşıyıcı rolüyle Türkiye içerisinde tüketenlerin de en büyük sorunu ciddiyetsizlik. Kobane üzerinden bu ciddiyetsizliğin bir hafta içerisinde nasıl bir fiyasko ile sonuçlandığını dünya alem görmüş oldu. Yapısal bir siyasetin yerin ikame edilen medya manipülasyonun ortaya çıkardığı tek şey kafa karışıklığını derinleştirmekten ibaret. Bölgeye dair yeterince berrak bir yaklaşımı olmadığı için krizi ve çaresizliği büyütenlerin en son ihtiyaç duyacağı şey daha fazla kafa karışıklığı olsa gerek.