Başlıktaki cümle, Hz. Peygamber (S)’den ‘rivayet’ olunan bir ‘hadis’dir. Bu, ‘gününü gün etmek’ şeklinde anlaşılmayıp, Müslümanların ‘kökü mâzide olan bir idrak ve basiretle âti’ye / istikbâle yapacakları yolculuğa kılavuzluk eden bir irşaddır. Dünden alınan tecrübelerle, ve bugün de imanımızın emrindeki aklımızla meçhul olan yarınları aydınlatmak.. Yoksa ayaklarımız bugünün gerçeğinden kopuk bir zeminde olur..
*Her gün bir yeni başlangıçtır, bir Nevrûz’dur..
Dün, (Güneş takvimine göre) 21 Mart ve de gece ve gündüz’ün sürelerinin eşit olduğu bir gün idi. Orta Asya Cumhuriyetleri, Afganistan Kafkasya, İran, Irak ve Anadolu coğrafyasının bir çok bölgelerinde, ‘Yenigün’ demek olan Nevrûz, ‘Yeni Yıl’ın başlangıcı olarak asırlardır var olan geleneklerle kutlanır; 100 milyonları aşan Türk, Kürd, Arab, Fars, Afgan ve Kafkas’ların Müslüman kavimlerince.. Anadolu’da hâlâ da kutlanmakta olan Hıdrellez gibi..
İslâm, halkların örf, âdet ve geleneklerinin, İslâm’ın temel ölçülerine aykırı olanlarını yasaklamış; onun dışındakilerle mücadeleye girmemiştir. Böyleyken ‘hoca’ sıfatıyla anılan bazı kimseler, hemen, bazı ‘rivayet’lerin özel şartlarını göze almadan, bu garibân 100 milyonlarca Müslümanı niye âdetlerin, örflerin frensiz alanına daha bir iterler?
****Uzlaşma, teslimiyet değildir..
*Bazı okuyucular, İdlib’de yaşanan insanlık trajedisi üzerine, Moskova’da varılan anlaşmayı, 9 Mart tarihli yazımda ('akl-ı selîm'in zaferi ) olarak nitelemişken, ‘askerî bir zafer’ olarak nitelemişim gibi anlamışlar.. Halbuki, o şartlarda, uluslararası hukuk açısından ‘savaş’ durumu denilen statüye geçmeden, tarafların karşılıklı saygıyı koruyarak ‘uzlaşma yolu’ bulması hayırlı bir gelişme olarak nitelenmişti.
Mes’ele sadece İdlib veya belirli bir coğrafya için düşünüldüğünde elbette başka yorumlara da varılabilir. Ama, savaş ihtimalini uzaklaştırmak için, iki tarafın da haklılık iddialarından vazgeçmeksizin, uzlaşma yolu bulmalarında bir ‘hayır’ olabileceği niçin düşünülmez?
***Bu arada, bir diğer tehlikeli gelişme de şu:
Suriye’de Beşşar Esed rejimi ve onun müttefiki Rus ve İran güçlerinin geçemediği Lazkiye- Haleb ana caddesi, bu uzlaşma gereğince, iki tarafında güvenli bölgeler oluşturularak trafiğe açılınca, bu duruma karşı çıkan ve yıllardır Esed rejimi ve müttefiklerine karşı savaşan direnişçi güçlerin engellemeler yapmaya kalkışıp, TSK üzerine ateş açmaları sonunda, evvelki gün iki askerin hayatını kaybetmesi ve TSK’nın da ‘radikal güçler’ diye andığı o direnişçilere derhal sert tepki vermesi, Esed ve müttefiklerini dört köşe etmiştir.
Direniş örgütlerinin, devletlerarası bir uzlaşmayı bozmaya kalkışması, ortaya çok ağır ve acı bir tablo çıkarabilir. Haklı iken haksız duruma düşmemeye, dikkat!.
***Bir diğer nokta da şu: Bazı ‘müslüman’ kalemler bile yorumlarında, ‘Biz şu kadar yeri ele geçirmiştik, şu kadar yeri kaybettik..’ gibi laflar yazabildiler. Sanki, Türkiye, Suriye’ye, ‘Bir parça da biz koparalım..’ niyetiyle gitmiş gibi..
Ve başkalarının da başka yerleri ele geçirmeyi zihinlerinin bir köşesinde tuttuklarını düşünmeden.. Hele de, dünyadaki emperial-şeytanî odakların her an değiştirebildikleri taktik ve stratejileri açısından yarınlarda karşımıza neler çıkarabileceklerinin belirsiz olduğu bir dünyada..
İsmet Paşa’nın ‘Büyük devletlerle diplomasi, canavarla aynı yatağa girmek gibidir..’ diye ilginç bir sözü vardı; bu noktayı da unutmamak gerek..
****Dersini iyi çalışmayanların Saat’i, ‘Dersim’i nereden bilsin!
Halkın aslî temel değer ve meselelerinden ‘behresiz’ bir kadın, 8 Mart Kadınlar Günü dolayısiyle, hemcinslerine Sabiha Gökçen’in hayat hikayesini öğrenmelerini ve örnek almalarını gösterip; ‘Dünyanın ilk kadın savaşçı pilotu, Sabiha Gökçen, bir Türk kadınıydı" demiş.. Anlaşılıyor ki, o kadının, Gökçen’in hangi savaşta pilotluk yaptığından da, Dersim konusundan da hiç haberi yok.. Bozuk saatin günde iki kez doğru göstermesi misali, sadece kadın ve pilot olduğu bilgileri doğru; nasıl bir Saat ise..
Ama, İstanbul’un yaldızlı gecelerinde, o nereden bilsin, Dersim nedir-nerededir?
1935 yılında, önce, yönetim açısından sıkıntıların olduğu anlaşılan ‘Dersim’ vilâyetinin adı bir kanunla değiştirilip Tunceli adı verilmişti, her nedense; yoksa o yörede tunç filan çıktığından değil… Ve 1937 yılında bir karakola yapılan baskında 15 kadar asker öldürülünce, M. Kemal, -Celâl Bayar’ın hâtırâtında belirttiği üzere-, ‘Tenkil!’ demişti.. ‘Tenkil’, yani imha emri..
Ve, bir sene içinde kadın ve çocuklara varıncaya kadar onbinler öldürülmüştür. Ki, Tayyib Erdoğan, Başbakan olarak, 10 yıl öncelerde Meclis’te, devletin elindeki resmî rakamlara göre, öldürülen vatandaşların sayısının 13-14 bin olduğunu açıklamıştı. Resmî rakamlara yansımayan rakamlar ise, onbinler olarak anlatılmıştı, canlı şahidlerce... Bir de, aylarca kan akan Munzur Çayı dile gelse.. Ama, özel kanunla korunmayan İsmet Paşa’ya atış serbest olduğundan, bütün suç onun üzerine atıldı.
Sabiha Gökçen bizzat M. Kemal tarafından ve zarûret halinde kullanabilmesi için özel bir tabanca verilerek 3 filo uçakla gönderildi Dersim’e.. General Abdullah Alpdoğan da 50 bin asker ile gitti bölgeye; 1937 Baharı’nda.. Uçaklar ulaşılamayan sarp yerlerdeki yerleşim birimlerini ve sığınakları bombaladı..
Sabiha Gökçen, hayatındaki en heyecan verici uçuşların Dersim bombardımanı olduğunu anlatırken, ‘İnsan evvela bombalarını atıyor, ondan sonra makineli tüfeğe geçiyor. Dersim'deki ilk bombardımanın heyecanını unutamam." diyordu..
Eski Hava Kuv. Komutanlarından Org. Muhsin Batur ise, hâtırâtında, 1936-37 yılları arasında Harbokulu’ndan El’aziz’e gönderilişlerinin sebebini ve orada ne yaptıklarını anlatmayacağını okuyucudan özür dileyerek ifade eder..