Bir ‘mayınlanmış’ araziye girmeden önce, tarihe bakışımı tekrarlamam gerekiyor:
*Sultan Alp Arslan’a, Selçuklu Devleti’ni daha bir güçlendirdiğinden dolayı değil, insanlığın hayrına en üstün yaşayış tarzı olduğuna inandığım dünya görüşüm ve değerlerime hizmet ettiğinden dolayı derin muhabbet beslerim.
*Salâhaddin Eyyûbî’ye, hele de Haçlı Seferleri karşısında yaman bir savaşçı olduğu için değil, benim inandığım değerler dünyasına hizmet ettiği için muhabbet beslerim.
*Kezâ, Osman Gaazi’ye ‘Osmanlı saltanat sisteminin çekirdeğini oluşturduğundan dolayı değil, benim inandığım aslî dünya görüşüme üstün hizmetler sunan bir sosyal bünyenin temellerini attığından dolayı hayranlık beslerim.
*
Eğer öyle olmayıp da, sırf güçlü oldukları için hayran olmam gerekseydi, dünyadaki nice Stalin, Hitler, Churchill, Truman gibilere, Fir’avun ve Nemrud’lara, nice Sultan, Şah ve diktatörlere de muhabbet beslemem gerekirdi.
*
Bu ölçüleri belirttikten sonra, 100 yıl önce, Birinci Dünya Savaşı’nda ağır bir yenilgi alan Osmanlı’nın üzerine aç kurtlar gibi üşüşen emperial güçler ve kuklalarına karşı, bir ölüm-kalım mücadelesi veren milletimizin hayatta kalması için, bu yolda can veren, kan veren, samimiyetle hizmet sunan herkese, hangi inanç veya etnik unsurdan olursa olsun elbette ancak teşekkür edebilirim.
*
Bu izahlardan sonra..
O halde, o savaş sonrası tabloyu da aynı mantık ve yaklaşım tarzıyla değerlendirmek gerekir. (Ekleyelim, yeni bir devlet kurulmadı, sadece yeni bir rejim kuruldu.) Amma, sadece lafzen Cumhûriyet adı taşıyan bir dayatmacı, bir fikrî saltanat tesis olunmuştu. Ve, gerçek bir Cumhûriyet rejimine kavuşmayı engelleyen zencirler de son yıllarda kırılmaya çalışılıyor. Burada da herkesin bakışının, kendi ideal, aslî değer ve hedeflerine göre şekilleneceği açıktır.
Devletine, ülkesine ve halkına; milletimizin hayatî hedefleri için verdiği bütün imkânları kullanarak zafer veya başarı kazandırmış olanlar her kim olurlarsa olsunlar; milletin kendilerine verdiği kan ve can desteği ve maddî- manevî imkânlarla o neticeye ulaşmışlardır.
Nasıl ki, bir itfaiye ekibinin vazifesi yangını söndürmek olup, bu hizmetin yapılmasında zekâ, cesaret, fedakârlık ve ölümü göze almak taa baştan bir gereklilik ise, savaş da öyledir. Ama, yangın söndürüldükten sonra.. İtfaiyeciler gelip, ‘Biz olmasaydık, her şeyiniz yanacak ve siz de olmayacaktınız. Öyleyse, bundan sonraki yaşayış tarzınızı biz belirleriz’ diyecek olsalar, bu tahakkümcü davranışa, hak ve hürriyetini düşünen her insanın, ‘Yaptığınız vazife ve hizmetler için teşekkürler. Ama, kimsenin bizim yaşayış tarzımız üzerinde bir ipotek oluşturmaya kalkışmasını kabullenemeyiz.’ demesi tabiîdir. Bu şahsiyetli tepki, ‘İhtimal ki, bazı kelleler koparılacaktır..’ tehditleriyle sürekli bastırılamaz.
Bizde olup bitenler resmî ideoloji çerçevesi dışında değerlendirilmek istendiğinde de benzer bir baskıcı yöntem hep var olagelmiştir. Mevcud sistemin, son 100 yılımızın bütün askerî darbelerinin zoruyla ayakta tutulabildiğini anlamak için sosyal gözlemci olmaya ihtiyaç yoktur.
Ki, yeni rejimin kurucusunun, 1930’larda, -çocukluk arkadaşı Fethi (Okyar) Bey’e-, ‘Bugünkü manzaramız bir diktatürlük manzarasıdır..’ şeklindeki sözü resmî kayıtlara da geçmiştir.
Ülkemizde, zıd kutuplar arasında 100 yıla yakın süredir gizli-açık var olan bir ’sosyo-psikolojik savaş’ veya hesaplaşma hâlâ da sürmektedir.
*
İmdiii.. Muhalefetin ve kemalist-laik ideolojinin en büyük partisinin İstanbul İl Başkanı, bir konuşması sırasında ‘Atatürk’ demediği için partisi içinde de protesto ediliyor, bugünlerde.. O İl Başkanı’nın ideolojik geçmişinin bir dışa vuruşudur bu söylem tarzı..
Ama, ona, zorla unvan ve sevgi-saygı dayatma zavallılığı, ayrı bir sefilliktir.
İnsanların gönüllerine zorla, resmî dayatmalarla hükmetmeye çalışanlar sadece kendilerinin ne kadar acınası bir komiklik ve sığlık içinde olduklarını sergilemiş olurlar. Ki, bu hal, ancak tereddî etmiş, ruhları uşaklaştırılmış toplumlara özel bir durumdur.
Mustafa Kemal’in kendisine, 1934 yılında, ‘Atatürk /türklerin atası’ ismini almasına tepki verenlerin olması tabiî idi. Çeşitli dünya görüşlerince o zaman da gizlice tartışılan bir konuydu, o..
Hele de, bir kimsenin, 1934 öncesi tarihten bahsederken, o dönemde olmayan bir unvan veya isimle anılması, tarih mantığına da aykırıdır. Geçenlerde, yayınlanan bir tartışma proğramında, H. Cevizoğlu isimli bir sosyoloji doktoru, bugüne reçete ararken, devamlı M. Kemal’in sözlerini okumakla yetinmiyor; muhatabına, ‘Ben âyet ve hadis de okuyabilirim.. Siz de Atatürk’ten sözler aktarsanız ya..’ diye komik bir mantık sergiliyordu. Bu gibi kanunî zorlamaların, gücünü süngüucu dayatmalarla kabullendirilmiş anayasalardan aldığını ayrıca söylemeye gerek yok.
*
Pakistan’dan kanlı bir iç-savaşla ayrılıp, 1971’de, Bangladeş adında yeni bir devlet kuran (laik) lider ‘Şeyh Mûcib-ur’Rahman’ da kendisine ‘Bangabandu’ (Bengallilerin Babası) adını alınca/verdirince, bizdeki mâlum ikonperestler bile bu ilkelliğe ve hattâ Ankara’daki ‘Bangabandu Caddesi’ ismine ve tabelâsına da gülmüşlerdi.
‘Taife-i Laїcus’un, başkalarında ilkel bulduklarını kendilerine caiz görmeleri ilginçtir. Onlar Mustafa Kemal’i esir almışlardır.
M. Kemal ve ondan önceki veya sonraki bütün siyasî sorumlular, bizim tarihimizin birer parçasıdırlar. Tarihî kişilerin, kanunî dayatmalarla anlaşılması artık, kemalist cenahta bile geri tepmeye başlamıştır. Bu, içten içe derinleşerek devam edecektir. Halbuki, İsmet İnönü’nün benimseyenleri de var, eleştirenleri de..
*
Ülkenin ve milletin sahibi, hiçbir özel kişi değildir; millet kendi geleceğini de, kendi hür iradesiyle ve doğru olduğuna inandığı değer ve yöntemlerle belirleyecektir; hiçbir ‘ölü’den medet ummadan..
*
NOT: Kişilerin, ahlâkî sınırlar içinde yaptıkları siyasî değerlendirmelerinden dolayı kimseden özür dilenmesi istenemez- istenememelidir. Çünkü farklı görüşler, nihayet, bir kanaat mes’elesidir.
Şahsen, -bütün içeriğini kabul ediyor olmasam bile- ağırbaşlı bir edebiyat ve tefekkür dergisi olarak gördüğüm bir yayın organı hakkında, herkesin aynı kanaati benimsemesi beklenemez.
Sibel Eraslan hanım da, sözkonusu dergi hakkında, bir değerlendirme yapmış.. Şimdi bu kanaat izharından dolayı, o dergide bir rahatsızlık oluşmuş.. Ve, Sibel Hanım özür dilemeye çağrılıyor.
İşin bu tarafını yine de geçelim..
Asıl sıkıntı, bundan sonra başlıyor..
Çünkü, o özür dileme talebinde bulunan isim, sözkonusu dergiyi çıkaran kadronun ‘saygın ağabey’i konumunda..
Onun, ‘Sibel Eraslan özür dilemelidir..’ başlıklı ve ‘sosyal medya’ alanında herkese açık olarak yaptığı talep ve ihtarın içinde, hem de hiçbir ilgisi yokken, ‘Benim eşime özel ailevî dertlerini açmıştı..’ şeklinde bir cümle var..
O cümlenin oraya, zuhûlen düştüğü gibi bir durum olsa keşke.. Çünkü, hele de bir hanımefendinin haysiyeti üzerine, ucu açık bir ‘tecessüs çöplüğü’ boca edilmiştir. O cümleyi, o ‘saygın’ isme yakıştıramadım.
Asıl özür dilenmesi gereken bir durum varsa, o tuhaf ifadenin, ‘özür taleb edilen yazı içinde yer alması’dır.
Hâfız-i Şirazî’nin, 650 yıl öncelerde, ‘Tevbe etmeye çağıranlar, niye kendilerini unuturlar?’ deyişindeki gibi bir durumun ortaya çıkmaması (ve bu notun, Sibel Hanım’la aynı yayın organında yazdığımın hâtırına olduğu şeklinde değerlendirilmeyeceği ) de ümid olunur.