Soma’daki faciayla birlikte bütün ülkenin üzerine derin bir matem havası çöktü’ cümlesini neredeyse imkansız hale getirecek düzeyde bir travma ile karşı karşıyayız. Ortaya çıkan manzara Türkiye’de ‘bir toplumun’ olmadığının, kabaca iki cemaat halinde yaşadığımızın en açık delili aslında. Büyük cemaat, içindeki etnik, mezhebi ve sınıflar farklılıklara rağmen ortak millet vasıfları gösterirken; küçük ama eski düzenin
elitleri önderliğinde örgütlü ve kendisini ifade eden cemaat, farklı bir milletleşme projesinin sahibi ve ürünü olarak milletten kopmuş durumda. Bu kopuş, son zamanlarda matem ve sevinç anlarında çok daha belirgin hale gelmeye başladı.
Öyle ki bir toplumun millet refleksleri verebilmesinin asgari şartları ölüm, doğum, düğün gibi ortak olması beklenen kültürel kodlarda ortaya çıkar. Soma faciasının bile vücuda getiremediği ortak duygunun yokluğu üzerinde düşünmeliyiz. Kemalist ve liberal dünyanın bu varoluşsal soruna cevabı oldukça ilkel. Onlar sorunun kaynağında, son yıllarda, bütün modern Türkiye tarihini ve kurucu ideolojiyi perdeleme/ıskalama adına, dillerine pelesenk ettikleri kutuplaşmayı gösteriyorlar. Bu cevabın oldukça konforlu bir entelektüel dünya sağladığı muhakkak. Zira kutuplaşmanın ana aktörü olarak da Erdoğan’ı ya da AK Parti’yi ilan ederek, yaşanan cinnet halinin bütün suçlusunu bulduklarını düşünüyorlar. Oysa eğer ölümler ve acılar üzerinden katil aranacak, muhalif siyasal dil inşa edilecekse Kemalistlerin nereye düşeceğine dair herhalde biraz insafı olan hiç kimsenin bir şüphesi bulunmamaktadır.
Yaşanan her acıdan akla ziyan, pespaye ve ukala fütüristtik okumalar yapıyorlar. ‘Bundan sonra’ diye başlayan, çok tutarlı sosyolojik ve siyasal analizler olduklarını düşündükleri keskin cümleler kurmaya devam ediyorlar. Sert, keskin ve özgüveni tam bir tonda cümle kurarak siyasi ve toplumsal karşılığı olan şeyler söyledikleri izlenimi oluşturmaya gayret ediyorlar. Türkiye’de sistemik dönüşümün ve elit değişiminin sancısını en sorumsuz şekilde yaşayan Kemalist ruh hali, en iyi bildiği şeye, tabutlara sarılmaya devam ediyor. 80 yıla yakın zamandır, taziyesini bitir(e)meyerek kendisini var eden bu akıl, benzer bir durumu son yıllarda her acıyı araçsallaştırarak yaşıyor. Oysa cenaze kaldırmayı bilmiyorlar, film sahnelerinden aparma tavırlarla durumu kurtarmaya çalışıyorlar, taziyeden bihaberler, en yakınlarını defnederken dahi tatbik edecekleri bir fıkıhları yok, öğrenmekten de ciddi şekilde korkuyorlar. Ölümle bir işleri yok. En büyük kavgaları, dünya görüşü zannettikleri hayat tarzlarından ibaret. Buna mukabil Soma’daki acılı insanlar, oldukça mütevekkil bir şekilde, cenazelerini defnettiler ve taziyelerini vakur bir şekilde yaşıyorlar.
Soma’daki taziye evlerindeki feryatlar, millete dahil olmaya direnen kesimlere çok değerli bir davet yapıyor. Bu davete Türkiye’nin büyük bir kesimi zaten icabet etmiş durumda. Önümüzdeki yılların normalleşme sancıları da, bir yönüyle, benzer davet(ler)e kimlerin nasıl bir cevap vereceğiyle doğrudan alakalı. Böylesi bir davete ‘müstahak olmadığını’ düşünenlerin, bilinçli bir tercihle dönüşüm yaşaması uzak bir ihtimal olsa da, başka bir çıkış yolları bulunmamaktadır. Türkiye normalleşme sancılarını yaşarken ortaya çıkan ve daha da görünür hale gelecek olan Kemalist sindirme sancıları bir süre daha ‘cinnet halleri’ üretmeye devam edecek.