Rahmetli Necmeddin Okyay'ın "Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir'" hattını seyrederken düşünüyor insan... Niçin marifet? Ve niçin müşteri diye... "Yazılı Ebru" çok zor bir sanat, mucidi Necmeddin Okyay beyefendinin, celi talık tavrıyla adeta mermer bir taşı andıran, somaki zemine, çiçeklerin arasında yazılmış bir yazısı bu. Rüya gibi...
Necmeddin Okyay (1883-1976), binbir sanat ustası, hezarfen ismiyle yad edilirmiş bu yüzden. Hattat, ebruzen, mücellit, kağıt cilalama ustası, gül yetiştiricisi... Uğur Derman beyefendinin tertip ettiği "Türk Hat Sanatının Şaheserleri" adlı mecmua içinde beni çok tesir eden bir fotoğrafına da rastladım. Elinde harika bir gül tutmuş, fotoğraf siyah beyaz ama o harika gülün pembe olduğunu tahmin edebiliyorum. Çünkü biraz mahcup şuh olduğu kadar ve mahzun bir görkemi var, o tek gülün. Çocukluğumun İstanbul'unda anneannemin de böyle gülleri olurdu, annem biz gurbetteyken, biraz hastalandığında hemen bu güllerin kokusunu özlerdi, derken anneannem çıkagelirdi siyah bavuluyla, kapağı açıldığında her yanı saran o baş döndürücü koku... Çiçek ve koku kültürümüz hakkında çokça bilgimiz yok. Belki de eskiden hayatımızın bir parçası olduğu içindir, pek saklamamışız koku bilgilerimizi, adetlerimizi... Şimdi de güzel çiçekler var ama rayihalarını kaybetmiş sunilikte, sanki hakiki değillermiş gibi...
Rahmetli Süheyl Ünver Hocamızın kültür hakkında önemli bir tespiti var; "Herkesin bir mesleği olmalı, bir de meşgalesi... O meşgale bütün kültürümüzdür" diyor. Kültürel belleği saklama konusunda Batı ile Doğu arasında zihinsel ve pratik ciddi farklar var. Bizdeki "la edri" yani isimsiz, tabiri caizse zamana bağışlanmış mütevazilik ile, Batı'nın malik olmayı ve sahibiyeti önemseyen tavrı birbirinden çok farklı. Ama neticede aynı denize dökülen farklı ırmaklar bunlar. Mütevazi olmak adına veya ölümlülüğü nerdeyse varoluşsal tek tez olarak tutkuyla sabitleyen bakışımız dahi, zaman zaman görünmeyi, bilinmeyi istemiyor mu, kırılmıyor muyuz fark edilmemekten... Nitekim "marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir" sitemi, bunu terennüm ediyor. Yanında yetiştiğim, uzun yıllar seyrettiğim hocalarımın kırılgan tezatlarındandır bu. Hasan Aycın, Cahit Zarifoğlu, Mustafa Kutlu, İsmail Kara, Ömer Lekesiz, Akif Emre hemen ilk aklıma gelenler. Hem tavizsiz İslami duruşun, hatta aktüaliteden ve halktan inziva eden, kamusal kariyer basamaklarını hiçe sayan hasbi ilim/sanat duruşunun bayrağını dalgalandırırlar bu üstadlarımız, hem de karikatür, fotoğraf, resim, sinema, mimari gibi görsel odaklı zevkleri taşırlar. İlk bakışta çapraşık bir tezattır bu. Sosyolojik sebepleri üzerinde, özellikle politik koşullandırmalarımız ve ezberlerimiz üzerinde düşünüp konuşmamız gerekiyor. Adaptandır zannederek zayi ettiğimiz, heder olmuş, saklanıp gitmiş, nice cevherimiz var. Allah'tan kadere iman etmişiz, yoksa insanın kalbi yanıyor yitiklerimizden. Ama her gizli hazine, bir gün bulunmayı, keşfedilmeyi ister. Ayıp değil bu. Hatta hilaktin sırrı. İltifatsız marifet, gaiptir.
***
Cahit Zarifoğlu, "Yaşamak"ta "kağıt kalem çıkartıp da seni hatırlamamak mümkün mü" diye soruyor. Geçtiğimiz hafta Antalya'daki Tekelioğlu İl Kütüphanesi'nde Tarık Tufan ile birlikte niçin sanat, niçin edebiyat ekseninde konuşurken ben Cahit ağabeyin bu cümlesinden başladım. Sanat, hatırlamadır. Kültür ise hatırlamanın, süreçler mimarisi şeklinde, hafızaya dönüşmüş halidir. Öyle zannediyorum ki sanat, insan olmaya has derin yalnızlığımızı teselli eden bir devir daim.
İnsanoğlundan başka ölümlü olduğunu bilen canlı yok hilkatte. Bu değiştiremeyeceğimiz yazgıyı, ancak din inancıyla sargıya sararız. Lakin vaazdan ibaretleşmiş, görüntüden ve kimlik iddiası dışında tüm içkinliğinden kayıp bir din algısı, travmatik yalnızlık kederimize çare olamıyor. Oysa sanatla teselli oluyor gönüller. Veya tecelli mi diyelim...
Prof. Süheyl Ünver, kızı Gülbün'e; “Kalbinizde öyle bir yer olsun ki, oraya hiçbir üzüntü ve keder girmesin” deyivermişti elindeki minyatürlerle uğraşırken. Sevgilinin hatırası ile dopdolu o benek, "süveyda"dır. Meşke dair her ne varsa dünyada, orada dönüp dolanır...