Hendek mücadelesi veya ‘hendek direnişi’ için, bilhassa HDP’li vekilleri meclis kürsüsünde dinlediğinizde, hendekler meselesinin çok derin, çok kapsamlı düşünülmüş bir mücadele yöntemi olarak tasarlandığını anlayabiliyorsunuz.
Prof. unvanlı HDP’li vekiller, işin fikri zeminini hazırlamakla meşguller; bize, hendek savaşlarının tarihte oynadığı rolü hatırlatıyor, birçok milletin, hendek direnişi sayesinde bağımsızlık elde ettiğine inandırmaya çalışıyor ve kendi siyasi varoluş sebeplerini, getirip hendek direnişlerine bağlıyorlar.
Kandil’dekiler ise başka örgütlerle birlik kurup hendek siyasetini, Batı’daki şehirlere taşıyacaklarını müjdeliyorlar!.
Bu, dört başı mamur, her ayrıntısı düşünülmüş bir strateji..
Hedefte Türkiye var, Kürtler’in ve Türkler’in ortak kaderi, geleceği, birliği var..
Bu yüzden mesele, Cizre’de, Nusaybin’de ve Sur’da hendekler kazıp, bu hendeklerin arkasına barikatlar kurarak, güvenlik güçlerine direnmekten ve bu direniş alanlarını korumaya çalışmaktan yani lokal direniş alanlar yaratmaktan ibaret değil.
***
Hendekler, bütün bölgede ve hiç alakasız denilebilecek şehir ve ilçelerde büyük bir domino etkisi yaratmış durumda.
Gündelik hayat, her bakımdan gelip hendek siyasetine takılıyor ve insanlar bu durumdan nasıl çıkılacağını tartışıp duruyorlar.
Sivil toplum, kamuoyu ve siyasetin neredeyse başka gündemi yok.
Kamu güvenliği politikası, operasyonlar destekleniyor ama bu politikanın yegane siyaset tarzı olarak anlaşılması, reformlara imza atmış bir hükümete karşı yapılmış bir haksızlık gibi görünüyor.
Bu çerçevede, sıcak çatışma ortamı ve her gün yaşanan ölümlere rağmen, sivil toplum örgütleri, demokratik reformların durmaması gerektiğini düşünüyor.
İşadamları, acil önlem gerektiren taleplerini anlatırken, bölgenin bir afet bölgesi haline geldiğini ifade ediyor ve ‘her gün ölümlerin yaşandığı bir bölgede, ekonomik taleplerden söz etmek inanın çok can sıkıcı’ diyorlar.
‘Hendekler kapanır bir gün, kamu güvenliği de sağlanır, ama halk masada artık bir çözüm paketi görmek istiyor’ yolunda yaygın bir kanaat var.
Halkla konuşuyorsunuz, halk, 90’lı yıllarda, çatışmaların kırsalda yaşandığını, o çatışmalardan şehirlerin bugünkü gibi etkilenmediğini söylüyor.
‘Burada doğduk, burada yaşadık, burada da öleceğiz. Çözüm sürecinde yaşadığımız huzuru, hiçbir dönem yaşamamıştık. Şimdi ise geriye derin bir umutsuzluk kaldı’ diyor insanlar.
***
Sivil toplum örgütleri, çatışmanın yaşandığı bir süreçte, demokratik reformları hayata geçirmenin ne kadar zor olduğunun farkındalar. Ama çözüm sürecinde giyilen ateşten gömleğin bir kez daha giyilmesini istiyorlar. Büyüyen umutsuzluğu, umuda dönüştürmek için başka çare olmadığını düşünüyorlar..
Bugün Diyarbakır’da esnafta çalışan kişi sayısı, 80 bin civarında, bunun 10 bini Sur’da. Sur’da çalışanların yüzde 50’si işten çıkarıldı, işletmelerin ve işyerlerinin cirosu yüzde 50’nin altına düştü. İşveren maaş ödeyemeyecek duruma geldi.
Sur esnafı, taleplerini sıralarken, Soma gibi faciaları hatırlıyor ve şu an yaşanan durumu Soma gibi facialarla mukayese ediyor.. Soma afet bölgesi ilan edilmişti, Sur ve benzeri yerler de afet bölgesi ilan edilsin diyenler oldu.
Kredilere ulaşmak giderek zorlaşıyor.
KOSGB ve benzeri kredilere müracaat eden 6 bin 400 kişiden, bu krediyi alabilenler 2 binden biraz fazla.
İşsizlik artıyor. Hendek siyasetinin sebep olduğu ‘artı işsizlik’ bütün Türkiye’yi etkileyecek çünkü buradaki üretim birçok bakımdan Batı’ya bağlı.. Batı’daki fabrikalardan mal alınamıyor artık. Nakliye fiyatları üç katına çıkmış durumda.
Habur’un öbür yanında ve bu yanında bekleyen TIR’lar, organize sanayi bölgesi müteşebbislerini ve nakliye firmalarını kara kara düşündürüyor ki sorununun çözümü için hükümet yoğun bir çabanın içinde.
Kamu bankalarının dahi, kredilerine ulaşılamıyor, özel bankalarla kamu bankalarının tutumu giderek aynılaşıyor ve kredilerin bu zor koşullarda yeniden yapılandırılması yolundaki taleplere, bankalar sıcak bakmıyor.
Sokağa çıkma yasaklarının uzun sürmesi, tepkilerin yavaş yavaş devlete ve hükümete yöneltilmesine sebep oluyor.
***
Diyarbakır’da olduğumuz gün, DTK’nın toplantısı vardı. Bir tek kişi bile ne bu toplantıdan, ne de alınan kararlardan söz etti. Halkın gündemi başka, HDP/DTK’nın başka. Özyönetim talebiyle, hendekler arasında bir ilişki kurup siyasi yorumunu buna dayandıran kimseye rastlamıyorsunuz.
Gerçekte, hendek siyaseti üzerinden, şiddet ve terör yöntemiyle, bir toplumu ele geçirme siyaseti uygulanıyor ve halk bunun gayet farkında.
‘Öcalan’dan faydalanmak gerekir, gerekirse barolar veya akil insanlar görüşebilir’ diyenler oldu. Ama bu teklif ya da öneri, hendekler üzerinden, Öcalan’ı yeni bir pazarlığa sürmek için yapılan bir teklif değil. Halk HDP/PKK’den bu konuda farklı düşünüyor. Öcalan’ın devreye girmesini, hendeklerin terk edilmesi ve durumun normalleşmesi için istiyor, yoksa, kimse, hendekleri bir silah olarak ya da pazarlık masasına sürülecek bir ‘imkan’ gibi hiç görmüyor.
Bölgede en çok duyulan cümle şu:
‘Bu durum ne kadar sürerse sürsün, eninde sonunda müzakere masasına dönülecektir.’
Gerçekten böyle mi? Otuz yıl süren bir iç çatışma, bir otuz yıl, bir on yıl, hatta bir-kaç yıl daha sürdürülebilir mi?
Hem de şehir merkezlerinde!
Sürdürülebilir ve sonra da, masaya dönülebilir mi? Bunca tecrübeden sonra, bir yıl daha şehirleri işgal altında tutup, hendekler ve tünellerle altını üstüne getirerek arkanızda yüzlerce ölü, yakılmış yıkılmış şehirler bırakarak, denedik olmadı, hadi masaya dönelim’ derseniz bu defa kendinize kimi inandırabilir, kimin güven duymasını sağlayabilirsiniz?
Bölgeden gözlemlerin son yazısı yarına..