Dünya bugün, belki Mandela’nın hayal ettiğinden daha adil ve daha özgür değil; ama Güney Afrika, Mandela’nın hayalini kurduğu ‘Tek Takım, Tek Ülke’ anlayışının egemen olduğu bir ülkedir artık.
Güney Afrika’nın barış inşasında, Ragby sporunun özel bir önemi ve işlevi oldu. ‘Ulus kurmak demek, bir bedel ödemek zorunda olmamız demektir’ diyordu Mandela ve devamında şunları söylüyordu:
Tıpkı beyazların da bir bedel ödemek zorunda oldukları gibi. Onlar sporlarını siyahlara açarak bir bedel ödüyorlar. Bizim için de ‘artık ragbi takımını kucaklamalıyız’ demek bedel ödemektir.
Araştırmalar, Ragbi Dünya Kupasının Güney Afrika’da yaşayan bütün ırklar arasındaki ulusal uzlaşıyı muazzam bir şekilde güçlendirdiğini gösteriyordu..
Ulusal birliğin pekiştiği ve Güney Afrika’nın her yerinden ‘Tek Takım Tek Ülke’ sloganının duyulduğu günlerde yapılan maçtan önce, Mandela sahaya, Ragbi takımının formasını giyerek çıktı.
O anda maçı izlemeye gelen binlerce kişinin arasından müthiş bir alkış koptu.
Başkan olduğunda ‘beyazlara ‘hepinizin hakkından geleceğim’ demesi beklenen, siyah lider Mandela bu davranışıyla ‘bütün intikam ve ceza sterotiplerini bir anda yok ediyor ve ondan korkan insanların içindeki korkuyu söküp alıyordu..
Özgürlük ve adaletin simgesi
Desmond Tutu o gün olup bitenler için yaptığı yorumda şunları söylemişti:
‘Asıl haber siyahların kutlamalarıydı. O gün tanık olduğumuz şey bir devrimdi. Eğer bundan bir sene, bırakın bir seneyi aylar önce insanların ilerde Soweto sokaklarında Springboks zaferini kutlayacaklarını söyleseydiniz çoğu insan size Güney Afrika güneşinin altında fazla kaldığınızı ve beyninizin yumuşadığını söylerdi. O maç politikacıların, başpiskoposların konuşarak yapamayacağı şeyi yaptı. Bizi ateşledi. Aynı tarafta olmamızın mümkün olduğunu anlamamızı sağladı. Tek bir ulus olmamızın mümkün olduğunu gösterdi.’
Mandela’nın dünya için önemi neydi diye bir soru sorulabilir.
Cenaze töreninde, Mandela’nın ardından güzel bir konuşma yapan Obama bu önemi şu cümleyle ifade etmiştir: ‘Ülkesini ve dünyayı değiştirmek için o kadar çok şey yaptı ki, son birkaç on yılı onsuz hayal etmek olanaksız.’
Bu bir yana Mandela, sadece Güney Afrika için değil, ama özgürlük ve adalete her nerede inançla bağlılık varsa, orada da özgürlüğün ve adaletin simgesi bir lider olarak görülmüştür.
Bütün yeryüzünün ve Güney Afrika’nın bir tek Mandelası olmasının sebebi budur.
Mandela, ‘ezilenlerin mücadeleleri için başvurdukları araçların bizzat ezenler tarafından belirlendiğine’ inanıyordu. ‘Ezenler barışçı yöntemler kullanırsa, ezilenler de barışçı yöntemler kullanır, ama ezen zor kullanırsa ezilen de zora başvurur’ diyordu.
‘Ben hiçbir zaman aziz olmadım’
Güney Afrika’nın yüzleşme konusunda yaşadığı deneyim çok öğreticidir. Geçmişle yüzleşme meselesi, yeni anayasa çalışmalarıyla beraber yürüdü. Kamuoyu vicdanının rahatlaması, mağdurların maddi-manevi tazmini yolunda önemli kararlar alındı ve hayata geçirildi.
Toplum içinde bu konuda belli bir uzlaşmanın sağlanabilmesi için, geçmişteki suçların inkar edilmemesi gerekiyordu. Bu amaçla, insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında suç işlediği saptanan kimselerin bağımsız hakikat komisyonları önünde suçlarını itiraf etmeleri sağlandı.
Oysa Güney Afrika’da işlenen muazzam savaş suçlarının hesabı, Nurenberg tarzı sorulsaydı, bu ulusal uzlaşmayı ve barışın önünü kesebilecek bir hamle olurdu.
Mandela, dünyanın kendisine biçtiği rolden korkuyor, ürküyor ve normal bir insan gibi muamele görmek istediğini her defasında söylemekten kaçınmıyordu:
‘Hapishanede kafamı en çok kurcalayan konulardan biri de, dış dünyaya elimde olmadan verdiğim yanlış imajdır: Aziz imajı. Ben hiçbir zaman aziz olmadım, doğruyu bulmak için sürekli çaba gösteren bir günahkar şeklindeki dünyevi anlamıyla bile..’
Şiddet, siyasallaşma, sivil hayatın adil bir biçimde kurulması, ‘düşmanı’ rahatlatacak, onu korkularının yersiz olduğunu anlamasına yol açacak uzlaşma politikalarının ve ulusal düzeyde sembollerin yaratılmasında, Mandela her fikrin, her şeyin eşitlendiği değil, tam tersine herkesin farklı fikirlerde olmasını çok önemsiyor ve bu farkları Güney Afrika’daki mücadeleyi en çok etkilemiş olan şiddet bağlamında, zaman zaman yorumlamaktan geri kalmıyordu.
Mandela, insanların eline neden silah aldığını ve ne uğruna savaştığını bilmesi gerektiğine inanıyordu.
Şiddetin kendisi bir amaç haline gelince, siyasetin bir anlamı kalmıyordu. Uzun hapislik yaşamı Mandela’ya, düşmanı zayıflatmanın bir yolu olarak şiddetin bir işe yaramayacağını ve sonsuza kadar kimsenin savaşamayacağını öğretmişti.
Güney Afrika’da dökülen kanın, işlenen cinayetlerin ve savaşta kaybedilen insanların haddi hesabı yoktu.
Ama sonuçta barışa giden yolu silahlar değil, uzlaşma politikaları ve beraber yaşanabileceğine dair, öbür tarafa verilen güvendi.
Bu güvenin oluşması sürecinde, siyahlar, hiçbir zaman ırka dayalı taleplerle hareket etmediler.
Mandela ırk politikalarından ne kadar uzakta olduklarını şu sözlerle anlatmaya çalışıyordu:
‘Çok ırklılıktan söz ettiğinizde, bu ülkede birden çok ırk bulunduğunu söylemiş olursunuz. Bu da bir anlamda ırk kavramını ölümsüzleştirmektir, oysa biz ırksız bir toplum istediğimiz ifadesini tercih ettik. Bunu tartıştık ve tam olarak bu ifadede karar kıldık. Biz çok ırklılık yanlısı değil, ırksızlık yanlısıyız dedik. İnsanların renk esaslı düşünmeyi bırakacağı bir toplum için mücadele ediyoruz.Önemli olan ırk değil fikirdir.’
‘Uzlaşma liderlik sanatıdır’
Peki barış veya çözüm süreçlerinde gösterilmesi gereken tutum ne olmalıydı?
Mandela’nın bu soruya verdiği cevap kısaca şuydu:
‘Müzakere yoluyla çözüm aramaya çalıştığımız böyle bir ortamda, kitleleri galeyana getirecek konuşmalar yapmak, akıllıca olmaz. İnsanların sorunları serinkanlılıkla tartışması gerekir. Çünkü insanlar sizin nasıl davrandığınıza, kendinizi nasıl ifade ettiğinize bakar ve bu müzakereler sürecinde önemli meselelere nasıl yaklaştığınız hakkında fikir edinirler. Kitleler karşılarında sorumlu biri, sorumlu bir yaklaşımla konuşan birini görmek isterler. Bu hoşlarına gider. Bu yüzden insanları heyecanlandıracak konuşmalardan kaçınıyorum. Kalabalıkları kışkırtmak istemiyorum. Yaptığımız şeyi anlamalarını istiyorum ve onlara bir uzlaşma ruhu aşılamayı arzu ediyorum.’
Mandela’nın sözünü ettiği bu uzlaşma ruhunun, değişmemekte ısrar eden siyasi kadrolarla yaratılabileceğine kimse inanmıyordu.
Değişim AUK’nin hem ‘düşmanına’ güven vermek hem de kendi saflarında mücadele eden insanlara barış sürecinde güven aşılamak anlamına geliyordu.
Silahlı çatışmalara ve bu çatışmalarda hayatını kaybetmiş insanların hafızalarda yaşayan henüz çok taze anılarına rağmen, siyasi kadrolar arasında bir değişim rüzgarı başlatabilmek, insanların Mandela’ya duyduğu güvenle mümkün oldu.
Mandela liderler kategorisinde ne yapacağı kestirilemeyenler sınıfından bir lider değildi.
‘Uzlaşma bir liderlik sanatıdır’ diyordu Mandela ve devam ediyordu:
‘İnsan düşmanıyla uzlaşır dostuyla değil. Durumunuzu gözden geçirirseniz göreceksiniz ki hepinizin yaptığı salt tavır koymaktan, esneklik yoksunluğundan ve rakiplerinizi zayıflatma ya da karalamaya yönelik manevralardan ibaret. Barış ve istikrarı ciddiyetle isteyenlerin tek seçeneği uzlaşmadır.’
G. Afrika barış sürecine ve Mandela’ya bütün dünya çok şey borçludur.
Ve kuşku yok ki, Kürt siyasal hareketinin ve bu hareketle uzlaşma arayan sorumlu bir iktidarın, çözüm sürecinin tarafları olarak, bu süreçten ve bu sürecin lideri Mandela’dan öğreneceği çok şey vardır.