Eskiler “teşbihte hata olmaz” demişler. Bunun anlamı -çoğumuzun anladığının aksine- bir benzetmeyi benzetme olarak kabul etmek için o benzetmenin kurallara uygun olarak yapılmasının gerekli olduğudur. Yani elmayla armudu karşılaştırmamak gerekir. Objektif realiteden ve mantıki tutarlılıktan kopmamak gerekir.
Şimdi Abdullah Öcalan’ı kalkıp da Nelson Mandela’ya benzetirseniz olmaz yani!
Çünkü benzetme dediğimiz şey sadece edebiyatta kullanılan bir “söz sanatı” değildir. (“Şair sevdiği kadının gözlerini burada zeytin çekirdeğine benzetiyor” gibi...) Bilimin ve felsefenin de temel araçlarından biridir. Çünkü mahiyeti bilinmeyen bir nesneyi mahiyeti bilinen bir nesne aracılığıyla bilinir veya anlaşılır hale getirme yöntemidir benzetme. (Bakmayın siz edebiyatçıların “teşbih” dediğine felsefecilerin “analoji”adını vermelerine. İkisi de aynı şeydir: Bir şeyi bir başka şeye benzetme yoluyla o şeyin niteliklerini anla[t]ma yolu.)
Bu durumda diyelim ki Mandela’yı anlatmak için “Güney Afrika’nın Apo’su” şeklinde bir benzetmeden yardım umarsanız farzımuhal Mandela’yı tanımayan biri bu benzetmeyi işittiğinde doğru bir enformasyona ulaşmış olmayacağından umduğunuzu bulamayacaksınız demektir.
Gerçi kirpi yavrusunu pamuğum diye severmiş... Ya da kuzguna yavrusu şahin görünürmüş...
Dolayısıyla Apocular da liderlerini Mandela’ya benzetebilirler. Hiç mesele değil diyebilirsiniz. Ama Mandela’nın hatırasına saygı duyanlar açısından böyle bir benzetme hoş olmayabilir diye düşünmek lazım önce. Sonra, daha da önemlisi, objektif gerçekliği temsil ediyor mu bu benzetme diye bakmak lazım.
İngilizlerin Guardian gazetesi her ikisi de hapiste yattığı için benzerlikleri var diye yazmış ama bu kadar benzerlik yetiyorsa herkesi herkese benzetebilirsiniz. Şu da var ki Guardian’ın başyazısı “uzaktan benzerlik” diyor ve “Öcalan korkulan ve tapılan biri; Mandela ise saygı duyulan, sevilen biriydi” açıklamasını eklemekten geri durmuyordu. Ama Türkiye’deki Kürt meselesinin mahiyetini bilmeyen bazı yabancıların bu konudaki yalan yanlış değerlendirmeleri az rastladığımız şeyler değil. Bunlar sözgelimi Güney Afrika’daki ırkçı rejimin zencilere yönelik politikalarını Türkiye Cumhuriyetinin Kürt vatandaşlarına yönelik politikalarıyla karşılaştırmaya kalkışabiliyorlar.
Oysa Türkiye’deki Kürt meselesinin Güney Afrika’daki ırkçılık sorununa benzediğini söylemek her iki ülkenin gerçeklerini de anlaşılmazlık kuyusuna fırlatıp atmak anlamına gelir.
Türkiye’de Kürtlerin kültürel hak talepleri var. Dahası etnik kimliklerinin tanınması talebi var. Bugün itibarıyla bu talepler büyük ölçüde karşılanmış olsa da Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş döneminde vatandaşların müşterek üst kimliklerini vurgulamak için alt kimliklerin geri plana atıldığı, hatta inkâr edildiği bir gerçek. Sadece Kürtler için değil, bütün alt kimlikler ve hususen bütün etnik kimlikler için aynı şey geçerli. Bir imparatorluk bakiyesinden bir ulus devlet inşa etme çabalarının kimi zaman amacını aşıp “ asimilasyon” politikasına dönüştüğünü söyleyebilirsiniz. Ama buna ırkçılık denemez. Irkçılığın ne olduğunu görmek için Güney Afrika’da yaşananları hatırlamak gerekir.
Güney Afrika’da beyazların yemek yediği lokantalara siyahlar giremiyordu. Beyazların bindiği otobüsler ayrı, siyahların otobüsleri ayrıydı. Beyazların çocuklarıyla siyahi çocuklar aynı okula gidemiyorlardı. Bir siyahın bir beyazla evlenmesine de müsaade edilmiyordu. Bütün bu kurallar yasalarla belirlenmişti.
Bu zulümlerin Türkiye’deki Kürtlerin problemlerine benzetilmesi ise başka bir zulümdür. Ne Türkiye’yi Güney Afrika’ya benzetmek insafa sığar ne deMandela’yı Apo’ya...
Teşbihte hata olmaz!