Bundan bir ay önce “Mali’yi nasıl bilirsiniz” diye sorulsa, herhalde çoğumuz “ora nere ki” diye cevap verirdik. Ben de, açıkçası, Müslüman çoğunluklu bir Batı Afrika ülkesi olduğundan başka bir şey bilmiyordum. Ancak Fransa’nın askeri müdahalesiyle birlikte bir anda gündemimize giriverdi Mali.
Girdi de, acaba ne kadar biliyoruz Mali’de sahiden ne olduğunu?
Benim gördüğüm, bizim basında bu konuda öne çıkan iki tema var. Biri, “sömürgeci Fransız” imajı. Yani, kara kıtada hakikaten çok kirli bir tarihi bulunan Fransa’ya karşı duyduğumuz doğal antipati.
Diğer tema, “kuzeydeki İslamcılar.” Yani ülkenin kuzeyine hakim olup güneye de ilerlemek isteyen, ancak Fransız operasyonuyla püskürtülen silahlı İslamcı gruplar. Bazı yazarlar kendilerinden “mücahitler” diye de söz ediyor.
Kısacası, bir tarafta “sömürgecilerin” diğer tarafta “mücahitlerin” bulunduğu bir çatışma gibi duruyor mesele.
Tam bir “hak ve batıl mücadelesi” yani...
Ancak galiba durum biraz daha karmaşık.
İki farklı İslamcılık
Mali’deki karmaşıklığı çözümleyen iyi bir analiz, iki gün önceki New York Times gazetesinde yayınlanan “A Tale of Two Islamisms” (İki İslamcılığın Hikayesi) başlıklı makaleydi. Hannah Armstrong adlı bir Batı Afrika uzmanı tarafından kaleme alınan yazı, Mali’nin kuzeyindeki totaliter İslamcılık ile güneyindeki demokrat ve hoşgörülü İslamcılığın farkını vurguluyordu.
Kuzeydeki İslamcıların başını, mâlum, Selefi çizgideki Ensar ed-Din örgütü çekiyor. Bunlar, Afganistan’daki Taliban yönetimini hatırlatır biçimde, “zorla İslamlaştırma”, daha doğrusu “zorla Selefileştirme” siyaseti güdüyor.
Kadınlar zorla kapatılıyor, içkili mekanlar tahrip ediliyor, bilgisayar oyunları ve hatta futbol bile yasaklanıyor.
Ensar ed-Din, diğer çoğu Selefi grup gibi, tasavvufa da düşman. Bu yüzden ele geçirdikleri Timbuktu kentinde türbeleri yıktılar. Hatta “bid’at” içerdiğini düşündükleri İslami el yazması eserleri bile ateşe verdiler. Hedeflerinden biri “
Ahmet Baba Kütüphanesi” idi ve orada çalışanların bildirdiğine göre Osmanlıca metinler de barındırıyordu.
Ancak, Armstrong’un makalesinde de belirtildiği gibi, bu Harici-meşrep fanatizm, Mali’deki İslamcılığın sadece bir yüzü. Buna karşılık, ülkenin güneyinde faaliyet gösteren Yüksek İslam Konseyi (YİK), barışçıl bir dini hizmet yürütüyor.
Bünyesinde 160’tan fazla küçük sivil toplum kuruluşu bulunduran YİK, eğitim ve sosyal hizmetler sağlıyor. Selefiler’den en büyük farkları ise baskı ve şiddeti reddetmeleri. YİK yöneticilerinden Sufi-meşrep Musa Bubakar Bah şöyle diyor:
“Biz, cumhuriyet [demokrasi] çerçevesinde gayret gösteriyoruz. Gidip de bir bara saldırmam mesela, ama insanları içki içmemeye ikna ederim.”
“Baskı”nın yerine “ikna çabası”nı koymak, elbette çok büyük bir fark.
Türkiye modeli, Suudi modeli
Nitekim YİK, Suudi desteğine sahip Selefiler’e karşın, Türkiye modeline sıcak bakıyor. Konseyin yöneticisi İmam Mahmud Dicko, geçenlerde Türkiye Gazetesi’ne konuşarak şöyle demişti:
“Türkiye İslam ve demokrasinin başarılı bir bileşimi. Türkiye’nin Afrika meselelerine daha fazla eğilmesi gerektiğini düşünüyorum. Müslüman bir ülkenin Avrupa Birliği’ne girmesini [de] destekliyorum..”
Siyasi düzeyde ise YİK, kuzeydeki İslamcıları silah bırakmaya iknaya çalışıyor, ama Fransa’nın askeri müdahalesini de destekliyormuş, ülkedeki Müslümanların çoğu gibi.
Bu durumda biz ne yapalım dersiniz?
Kuzeydeki totaliter “mücahitler”i mi tutalım, güneydeki demokrat Yüksek İslam Konseyi’ni mi?