KUALA LUMPUR
“İslam ve Özgürlük” teması etrafında dönüp dolaşan beş ayrı konuşma için dokuz günlüğüne Malezya’dayım. Bu sayede, ikinci kez ziyaret ettiğim bu dost Uzak Asya ülkesinin enteresanlıklarını da keşfetme imkanı buluyorum.
Önce, hiç bilmeyenler için kısa bir özet: Hindiçini’nin en güney ucunda bulunan Malezya, tek kelimeyle tropikal bir ülke. Mevsim sürekli yaz, hava her an sıcak ve nemli, doğa her daim yemyeşil. Malezya, bu haliyle, kuru çöller ve kurak bozkırlarla kaplı Ortadoğu’dan fersah fersah uzak.
Ancak ülkeyi Ortadoğu’ya ve bize yakınlaştıran kritik bir faktör var: İslam. Nüfusun yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan Malaylar, Müslüman. Dahası, devlet onların elinde; yani “millet-i hakime” durumundalar. Yüzde 30’luk Çinliler, yüzde 8’lik Hindular ve diğer azınlıklar ise, aynı konsept içinde, millet-i mahkume konumunda.
Malay kimliğinin Müslümanlık ile adeta özdeş olmasının getirdiği bazı sorular da var. Anayasa, “Her Malay’ın Müslüman olduğunu” hükme bağlıyor. Peki ama etnik yönden Malay olan, Malayca konuşan birisi başka bir dine geçerse ne olacak?
Bu soru karşısında hem sistem hem de kültür, bireyin din özgürlüğünü değil, “Malay milletinin birlik ve beraberliği”ni koruyor. Bir Malay’ın başka bir dini seçmesine pek müsamaha yok, başka bir deyişle.
Dahası, Malay kimliğini diğerlerinden kalın çizgilerle ayırmak için konmuş yasaklar var. Çoğu Çinli olan Hıristiyanların dini metin ve ritüellerinde “Allah” kelimesini kullanmasına dair geçen yıl getirilen tuhaf yasak, bunun bir örneği. (Tuhaf, çünkü Arap Hıristiyanlar yüzyıllardır “Allah” diyor rablerine, kimse de bunu sorun etmiyor.)
Başörtüsüyle ilgili bir tabloda da bir tuhaflık var. Resmi tutum, bizim eski Kemalist rejimin zıttı: Sokakta kıyafet serbest, devlet dairelerinde ve bazı okullarda ise Malaylara tesettür zorunlu. Öte yandan, bazı kadınların başlarını örtmekle beraber geleneksel ölçülere göre pek de kapalı olmayan kıyafetler giymesi, başörtüsünün sırf bir “kimlik ifadesi” olabildiğine işaret ediyor.
Görünen o ki, Malay kimliğinin Müslümanlıkla özdeşleşmesi, dini hassasiyetlerle milliyetçi hassasiyetleri üst üste çakıştırmış. Bu da otoriter sonuçlara yol açıyor.
Bunun bir örneği, ülkede sadece Malayların ağırlıklı olarak mensup olduğu Şafi mezhebinin tanınması, diğer mezheplerin “propanda”sının yasak olması. Şiiler zaten Müslümandan sayılmıyor.
Bir de dini hassasiyetlerin siyasi otoriteyi tahkim etmek için kullanılması sorunu var ki, skandal boyutunda bazı örnekleri var. Perak eyaleti müftüsü Harusani Zekeriya’nın geçen Aralık ayında hükümeti protesto eden göstericilerin “kanlarının helal” olduğunu açıklaması gibi.
Beni Malezya’ya davet edenler, işte bu gibi otoriter tutumlardan rahatsız olan liberal eğilimli Müslümanların kurduğu “İslami Rönesans Cephesi” idi. Daha önce Tarık Ramazan gibi İslam ve demokrasi vurgusunu öne çıkaran isimleri ağırlamışlar. Niyetleri, insan hakları, din özgürlüğü, ifade özgürlüğü gibi değerlerin İslam’a aykırı değil içkin olduğunu Malay toplumuna anlatmak.
Bu açılardan bakıldığında, Türkiye’deki tecrübenin Malezya’ya kıyasla epey ileri olduğu, dolayısıyla oraya sunabilecek bazı değerlerimiz bulunduğu düşünülebilir.
Ama Malaylar’ın da bize sunabilecek değerleri var. Ekseriyetle çok güler yüzlü, mülayim, sakin, mütevazi insanlar. Ne günlük hayatlarında ne de siyasi kültürlerinde bir kavga tutkusu gözükmüyor. Meclislerinde birbirlerine küfürler savuran, yumruk yumruğa kavga edip kan çıkaran milletvekilleri hiç olmamış, mesela...